|
Sembolizmin
yeşerdiği 1870-1914 yılları arasında Avrupa sürekli bir barışı
yaşadı. 1914'ten sonra ise sürekli değişimlere, devinim ve
dengesizliklere tanık oldu. Bu değişimler, bunalımlı bir yüzyıl ve
bunalımlı bir kuşak yarattı. İşte gerçeküstücülük bu bunalım'ın,
angoisse'ın ürünü. Akım geniş ölçüde Freud düşüncesinden
kaynaklandığına göre bunalım'ın ne olduğunu, yine Freud açısından
araştıralım.
Avusturyalı
ruhbilimci, L'angoisse et la vie instinctuelle (I)
makalesinde bunalım ve türlerini tanımlar: Bunalım duygusal bir
durum olduğuna göre, geçmişteki ve tehlikeli bir durumun yeniden
üretilmesidir.(..) İki tür bunalım vardır: I. Gerçek bunalım: bir
dış tehlikeden, yani, herhangi olmuş ya da olası bir durumdan doğar.
II. Nevrotik bunalım: üç ayrı biçimde belirir. a) Genel sıkıntı:
Buna "bekleyiş halindeki bunalım" da denir. Ortaya çıkmak için her
olanaktan yararlanır. Tipik nevroz sıkıntısıdır. b) Belli simgelere
bağlı bunalımlar: fobiler. Bunlarda da dış tehlike söz konusudur
ama bu tehlike abartılmıştır. Kökeni çocukluğa uzanır. c) Nevroz
bunalımı: süreklidir. Bir dış tehlikeden kaynaklanmaz. Bu sıkıntıyı
duyan kimse bir iç tehlikeden, nedenini çözümleyemediği bir
tehlikeden korkar.
İşte gerçeküstücü
ozanları bu tür iki angoisse, dış tehlikeden korku ve daha çok iç
dünyalarındaki savaşım, yani nevroz bunalımı etkiledi.
Peki dış
tehlikelerden korku nereden kaynaklanıyor? Bu soruyu yanıtlamak için
gerçeküstücülüğün ortaya çıktığı ve sürdüğü dönemin, Birinci ve
ikinci Dünya Savaşları arası ve sonrasının özelliklerine bir göz
atalım:
Kapitalist
ülkeler içinde ve arasında hızlı bir üretim, pazar, hammadde ve
silahlanma yarışı var. Bu yarış iki büyük dünya savaşının çıkmasına
neden oldu.
Savaşlar geride
yıkımlar, acılar, toplumsal ve ekonomik çöküntüler bıraktı. Kişi
yokluk ve güvensizlikle yüz yüze kaldı.
Savaş sonu
ülkelerde rejimler değişti. Birinci Dünya Savaşından sonra Rusya
sosyalist, Almanya nasyonal sosyalist, İtalya faşist, İspanya
frankist bir rejimle yönetildi. Diktatör ve despot yönetimleri seçen
Almanya, İtalya ve İspanya'da insan özgürlükleri kısıtlandı.
Kitaplar yakıldı. Özgür düşünce, aydınları öldürerek, baskı altına
alarak, sindirerek yok edilmek istendi. İkinci Dünya Savaşında
Hitler ve faşist yandaşları işgal ettikleri ülkelere ölüm, zulüm ve
yıkım taşıdılar, kitle halinde kıyımlar yaptılar. Öte yandan, savaş,
beraberinde diğer rejim değişiklikîeri de getirdi. Doğu Avrupa
ülkeleri sosyalizmi seçtiler. Rejimi değişmeyen ülkelerde de
siyasal denge bozuldu. Örneğin, gerçeküstücülüğün doğduğu Fransa,
1940'tan sonra üç ayrı cumhuriyet yaşadı.
Atom, Demokles'in
kılıcı gibi insanlığı tehdit etmeye başladı.
Uygarlığın yerini
barbarlık aldı.
Sanayileşme
sonucu köylerden kentlere, kentlerden büyük kentlere, ülkelerden
ülkelere göç hızlandı.
Kapitalizmin her
on yılda bir yinelenen kronik krizleri yüzünden yüzbinlerce işçi
işsiz kaldı, geleceğe güvenle bakamaz oldu, mutlu azınlık ulusal
geliri har vurup harman savururken, büyük çoğunluğun satın alma gücü
ve yaşam düzeyi düştü. Kısacası Batı Avrupa'da yirminci yüzyıl
sürekli bir devinim, dengesizlik ve değişimler yüzyılı oldu.
Bu dış etkenlerin
yanı sıra, gerçeküstücü ozanları, bir de, ve en çok, kendi iç
dünyalarındaki, çocukluklarından kaynaklanan nevroz bunalımı
etkiledi. Nasıl kurtulacaklardı bu bunalımdan?
Bilinçaltlarını
boşaltarak, yani acı gerçekle mutlu çocukluk günlerine uzanan tatlı
düşü kaynaştırarak. Gerçeküstücülüğün kurucusu Breton, 1924 tarihli
ilk bildirisinin başlarında şunları söyler: "Bu iki halin,
birbiriyle çelişik gibi görünen düş ve gerçeğin gelecekte, salt
gerçek, deyim yerindeyse gerçeküstü tek bir hale dönüşeceğine
inanıyorum".
"Düş" ve
"Gerçek". Önce gerçeği araştıralım. Gerçek Fre-ud'a göre yaşamda,
Andre Breton'a göre ise hem yaşamda, hem de edebiyatta tatsızdır.
Sürrealizmin kurucusu Bildirisi'ne şöyle başlar:
"Yaşama ne kadar
inanırsak inanalım, sonunda gerçek yaşam kendini ortaya kor ve
inancımız da kaybolur. Yaşam-dan payına düşen şöyle böyle, sıradan
bir ömürdür. Düş kırıklığı içinde insan avuntuyu mutlu çocukluk
günlerinde arar. Böylece birçok yaşamı birlikte sürdürme olanağını
bulur. Bu hayal içinde tüm güçlükler ortadan kalkar. Öyle ya,
çocuklar her sabah kaygıdan, tasadan uzak evlerinden çıkarlar. Her
şey hazırdır. En çetin maddi koşullar bile onlara sorun değildir. Bu
mutluluk uzun sürmez.Büyürler ve yaşa-mın buyruklarıyla, katı
gerçekleriyle yüz yüze gelirler. Tüm davranışları eski serbestisini
yitirip sınırlanır, düşünceleri özgürce kanatlanamaz. Artık
yitirmiştir esenliğini. Esenliğini yitirse de düş gücü hep canlı
kalır. Yaşam nice şeyi elimizden alsa da düş dediğimiz, insanlığın
eski fanatizmine, o büyük zihinsel özgürlüğe dokunamaz.
Bilinçaltının, düş dünyasının armağanı olan bu özgürlükten asla vaz
geçmeyiz. Bir ölçüde imgelemlerinin, düş güçlerinin kurbanı olan
delileri alalım ele. Alışılmamış, toplumsal kurallara ters düşen
davranışlarını onaylamıyor, onları iyileştirmeye çalışıyoruz. Ancak
işte bu davranışlardır onların özgürlüğünü saptayan. O
davranışlardan vaz geçselerdi özgürlükleri de söz konusu olamazdı.
Nitekim biz onları ne kadar eleştirsek, düzeltmeye çalışsak da kural
dışı görünen davranışlarından, eylemlerin-. den vaz geçmiyorlar,
çünkü avuntu ve rahatlığı imgelemlerinin, hayallerinin ürünü olan
bu davranışlarda buluyorlar, hezeyanlarının (delire) tadını
çıkarıyorlar. Hayal ve sanrıların gözardı edilemeyecek kıvanç
kaynaklan olduğunu unutmayalım. Delileri böylesine mutlu eden, vaz
geçemedikleri kıvancın gizi nedir, nerededir, bütün bir ömrümü
yalnız bunu öğrenmek için geçirmeye razıyım. Bu öylesine dürüst
insanların kendim kadar masum olduklarına inanıyorum.
Şimdi şu gerçekçi
tavın alalım ele. Hemen belirtelim ki gerçekçi tavırla maddeci
(materyalist) tavır birbirinden ayrı şeylerdir. Maddeci tavır şiire
daha yatkındır ve tinselliğin bazı gülünç eğilimlerine karşı mutlu
bir tepki göstererek kişiye devce bir onur sağlar. Kısacası
düşüncenin yükselmesi ve gelişmesine ters düşen bir tavır değildir.
Ama, maddeci tavırın tersine gerçekçi tavır, Saint Thomas'dan
Anatole France'a kadar, pozitivizm'den esinlenerek her tür
entellektüel ve erdemsel gelişmelere düşman oldu. Çünkü mayası alçak
gönüllülük, kin ve yetinmeyle yoğrulmuş. Günümüzün gülünç
kitapları, onur kırıcı yapıtlar, gazetelerde çıkan yazılarla da
sürekli güçleniyor ve halk oyunu en bayağı zevklerle okşamaya
çalışarak bilimin ve sanatın gelişmesine engel oluyor. Yazılan
romanlar söz ve bilgi yığını. Birkaç sayfa okuduktan sonra kitabı
kapamaktan başka çare kalmaz. Sıradan kişilerin serüvenleri
anlatılır, gereksiz betimlemeler yapılır. Bir fotoğraf ya da resim
katalogunun sayfalarını çeviriyorsunuz sanki. Yazar kendi posta
kartlarındaki manzaraları fırsat eline geçince kafanıza sokmaya
çalışır. Beni çok ilgilendiriyormuş, ya da hiç görmemişim gibi genel
yerleri anlatır durur. Psikolojiye değgin sorunları alaya almaktan
hiç de hoşlanmam ama bir de yarattıkları karakteri görelim. Yazarın
bir kahramanı vardır, ona dünyayı dolaştırır. Etki ve tepkileri
önceden belirlenmiş bu kahraman ne olursa olsun asla başarısızlığa
uğramaz. Yaşamın dalgaları onu fırlatır, yuvarlar, batırır, ama bu
biçimlenmiş adamın gemisi hep yüzer. Basit bir satranç oyunu
gibidir. Böyle bir kahraman benim için, yani okur için sıradan bir
rakiptir. Ne yapıyorlar, kazanmak da, kaybetmek de söz konusu
olmadığı halde şu ya da bu hamleyi uzun uzun anlatıp tartışıyorlar.
Eğer oyunun kendisi zahmete değmezse bütün bir söz ebeliğine
girmemek daha uygun değil mi? Salkımdaki üzüm tanelerinin hiçbiri
birbirine benzemiyorsa, bu tanelerden birini yemem için mutlaka onun
bir başka taneye ya da diğer üzüm tanelerine göre betimlenmesi mi
gerekiyor? Bilinmeyeni bilinenden kalkarak tanıtmaya çalışmak, bu
çekilmez manyaklık zihinleri oyalamaktan başka işe yaramaz.
Gerçekçi tavır
koyanların yaptıklarında mantık hep ağır basar, bu mantık da ikincil
dereceden çıkar sorunlarının çözümünde kullanılır. Salt rasyonalizm
yalnızca deneyimimizden doğan olayların gözlemine elveriyor. Bunun
tersine, mantıksal sonuçlar sunulmuyor. Oysa deneyimin de sınırları
var, bu nedenle de, içinden çıkarılması gittikçe zorlaşan bir
kafeste dönüp dönüp duruyor. Aslında akılcılığın (rationalisme)
ürünü bu deneyim de, sağduyunun koruması altında, çıkara yönelmiş.
Uygarlık ve gelişim adına, haklı haksız, boşinan, düşlem (chimere)
olmakla suçlanan her şey zihinlerden sürgün edilmiş, günlük çıkara,
günlük kullanıma uygun olmayan her tür gerçeğin araştırılması
yasaklanmış. Çok şükür ki zihin dünyasının bir kısmı, bence en
önemli kısmı yeniden ışığa kavuştu. Bunu Freud'un buluşlarına
borçluyuz. Bu buluşlar sayesinde halkoyu artık insan zihnine
değgin araştırmaların önemini kavradı. Bundan böyle araştırmalar
kaba gerçeklerle uğraşmayı bırakıp daha uzak alanlara el
atabilecekler. Belki de düş gücü, imgelem haklarına kavuşmak üzere
artık.
Pek yerinde
olarak Freud çalışmalarını rüyaya yöneltti. Ruhsal eylemin bu en
önemli kısmı çok az dikkati çekiyordu. Uykuda geçirdiğimiz anlar,
yani rüya anlarının toplamı gerçek anların, yani uyanık geçirdiğimiz
anların toplamından hiç de daha az değil. Uyanıkken karşılaştığımız
olaylarla uykudaki olaylar arasındaki önemli fark beni hep
şaşırtmıştır. Şöyle ki insan uyandığında belleğinin oyuncağı olur
ve bellek, uyanık haldeyken rüyadaki olayları belli belirsiz bir
şekilde dile getirmekten, rüyayı bir sonuca bağlamamaktan hoşlanır.
Bu ilginç durum bana şu düşünceleri çağrıştırır gibi:
1) Düş, devam
eder, devam eden bir olgudur ve bir örgütlenme, düzenlenme izi
taşır. Ancak bellek kesintiler yapar, bağlantıları atlar ve bize
rüyadan ziyade bir rüyalar dizisi sunar. Aynı şekilde
karşılaştığımız günlük gerçeklerden bizde farklı bir izlenim kalır.
Farklı izlenimler arasında bağlantı kurup kurmamak da bir istenç
sorunudur. Rüyanın olayları da böyle birbirini izler. Dün geceki
rüyam belki de geçen geceki rüyamı izledi, yarın geceki rüyam da
belki dün geceki rüyamın devamı olacak. Çoğu zaman gerçek yaşamda
olanaksız şey rüyada çok mümkün hale gelir.
Uyanıklık hali
uyku haliyle, rüya haliyle iç içe geçmiş bir olgu gibidir. Nasıl
konuşurken dil, yazarken kalem sürçerse, uyanık haldeyken bellek
rüyanın elemanlarının yönünü değiştirir. Zihin normal çalışması
sırasında da geçirdiği derin gecenin telkinleri altındadır. Ne kadar
iyi şartlandırılmış olursa olsun dengesi görecedir. Kendini biraz
biraz açıklama cesaretini gösterir, şu düşünce ya da şu kadın
onu etkilemiş demek. Ama nasıl bir etki uyandırmış ve niçin
etkilemiş, işte onu söyleyemez, ancak kendi öznelliğini gerçek
değeriyle ortaya koyar, daha ileriye geçemez. Söz konusu düşünce ya
da kadın kafasını kurcalayıp onu pek de ciddi ve ağırbaşlı
sayılmayan şeylere itiyor. İşte bu nedenle bellek rüyanın bazı
bölümlerine sansür uyguluyor.
Rüya olasılığı
ortadan kaldırarak insan zihnine doyum sağlar. Öldürüyor çabucak
sıvışıyorsun, dilediğin gibi seviyorsun. Ölsen bile ölüler arasında
uyanıp yaşama devam edeceğini biliyorsun.
Bilincin, bireyin
doyuma ulaştığı rüya haliyle uyanık halin, yani gerçeğin,
birbirlerine ne kadar zıt görünseler de bir gün salt gerçek ya da
gerçeküstü bir halde kaynaşacağına inanıyorum.
Biraz da
uyanık rüya dediğimiz havillerden kaynaklanan olağanüstü
üzerinde duralım. Kimi insanlar haksız olarak olağanüstü'den
nefret ederler. Bizce olağanüstü her zaman güzeldir,
olağanüstünün her türü güzeldir, hatta güzel olan şey yalnızca
olağanüstü'dür. Edebiyat alanında, özellikle roman ve öykü gibi
yazın'in alt türlerinde verimli ürünler ancak olağanüstü'den
yararlanarak üretilebilir. Levvis'in Keşiş adlı yapıtını
bunun güzel bir örneği olarak gösterebiliriz. Kuzey ve doğu
edebiyatları ve bütün ülkelerin dinsel edebiyatı ola-ğanüstü'den
hayli alıntılar yaptılar. Ancak bu edebiyatların çoğu, çocuklara
yöneldikleri için çocukça şeyler yazdılar. Bu nedenle yapıtlar hem
olağanüstünden hem de zihinsel erdenlikten yoksunlar. Ne kadar
çekici olurlarsa olsunlar, okur, peri masallarıyla besleniyormuş
gibi küçültücü bir duyguya kapılıyor. Ayrıca yazılan yapıtlar okurun
yaşına denk düşmüyor. Olağanüstünün dokusu biraz incelik ister."
Andre Breton'a
göre, yazında, ve bu arada şiirde olağanüstüye, bilinmeyene ancak;
rüya ve gündüz rüyası olan hayal gerçekle kaynaştığı, böylece salt
gerçek, gerçeküstü bir hal doğduğu zaman varılabilir.
Erdoğan Alkan
(Şiir Sanatı, Yön
Yay.,1995)
(1) Nouvellcs
Confcrences sur la psycanalyse, Freud, s.: 105-146.
|
|