|
Fransa'da Klasik Akım,
onaltıncı yüzyılda, şair ve kuramcı Joachim du Bellay ve şair
François Ronsard'ın önderliğindeki, ülkeye antik yunan ve antik
roma kökenli yabancı şiiri sokan Pleiade Okulu'nun
kurulmasıyla başladı. Gerard de NERVAL, "Onaltıncı Yüzyıl Şiiri"
başlıklı yazısında, Orta Çağ Fransız yazınını, Klasik Akım'ın
başlangıcı olan Pleiade Okulu'nun nasıl bir ortamda kurulduğunu
eleştirel bir bakış açısıyla çok iyi anlatır. Önce bu yazıyı olduğu
gibi aktarıyorum:
"Büyük çağın şairlerine
saygımızın sonsuz olduğunu söyleyerek şu gerçeğe dokunmamız
gerektiğini sanıyoruz: Şiir yapıtlarının çemberini çok fazla
daralttılar; ellerinde yeteriyle malzeme olduğunu, önlerinde geniş
bir alan bulunduğunu biliyorlardı. Bu nedenle de kendilerinden
sonra gelecekleri asla düşünmediler. Metromane'ın deyimiyle
yeğenlerini soyup soğana çevirdiler. Öyle ki, onlardan alacak
bize ancak iki şey kaldı. Ya onları aşıp geçmek, ya da kölecesine
taklitçi bir yazını varabileceği yere kadar izlemek (...)
"Kuşkusuz bu tür
gözlemler yeni değil, çok eski. Ama yine de, sürekli, bu gözlemleri
bıkmadan usanmadan halkın önüne koymak gerekiyor. Zira bu
gözlemlerin uzun zamandan beri çürüttüğü safsataları bıkmadan
usanmadan yineleyen kimseler
var. Genellikle, yazında haklı nedenlerin sürekli söylenmesinden korkulur, bilenler
üstüne ise hayli şeyler yazılır. Öyle bir an gelir ki, her
gün bu büyük tartışmaya tanık
olan yeni okurlar, yeni dinleyiciler, kısaca yeniler, ya
sürüp giden tartışmadan
artık hiçbir şey anlamazlar ya da çağlardan beri kabul edilmiş
ilkelerin yeniden ortaya sürülmesinden, bilinmez nedendir,
nefret ederler.
"Biz
elbette böyle bir düşüncede değiliz, Fransız
Edebiyatını
onurlandıran nice büyük yazarların değerine gölge düşürmek
değil sözkonusu olan. Onların yaptıklarından daha
büyüklerini
yapacağımızı da umut etmiyoruz. Burada sözkonusu
olan daha başka şeyler yapabilmenin yollarının aranması
ve onların üstüne eğilmedikleri, kendilerini vermedikleri,
edebiyatın bütün türlerine değinmektir.
"Amacım
yabancılara öykünülmesini önermek de değil. Ancak,
yabancıların yaptıklarını görelim, bizlere sundukları deneyimleri
izleyelim, nasıl onlar ilk ozanlarını incelemiş, onlardan
yararlanmışsa, biz de tıpkı onlar gibi ilk ozanlarımızı
derinlemesine inceleyelim.
"Neden
mi? Çünkü her ilkel yazın, bir gereksinimi yanıtlamak için ve
onu benimseyen halkın karakterine ve gelenek göreneklerine
uygun yaratıldığından, ulusaldır. Bundan şu sonuç
çıkar. Nasıl bütün bir ağaç bir tohumun içindeyse, bir edebiyat
da gelişiminin, tam ve kesin gelişiminin bütün tohumlarını
kendi içinde taşır.
"Bunu
açıklamak için dost ülkelerde olanları anımsamak yeter: klasik adını
verdiğimiz bizim yazınımız gibi, yabancı yazma
öykünen edebiyattan, Pope ve Addison çağından sonra,
Wieland ve Lessing çağından sonra, bazı kısa görüşlü kimseler,
İngiltere ve Almanya üstüne söylenecek her şeyin söylendiğini
sandılar...
"Her
şey! Walter Scott ve Byron'un baş yapıtları dışında, Schiller ve
Goethe'nin baş yapıtlarının dışında. Birinciler çağlarının
ve topraklarının kendiliğinden doğan ürünleridir. Ötekiler
eski katmanların yeni ve güçlü sürgünleridir.Hepsi de
geleneklerin kaynağından doğma, Hippocrene'in kaynağından
çok kendi yurtlarının ilkel esinlerinden kaynaklanma.
"Yani,
kimse sanata: "Artık daha uzağa gitme!" demeye kalkmasın;
"Senden önceki çağları aşamazsm"demesin!.. Antikitenin,
Hercule'ün sınır taşlarını koyarak ileri sürdüğü buydu: Ortaçağ bu
sınırlamalara boş verip, yeni bir dünya buldu.
"Belki artık yeniden
bulunacak, keşfedilecek dünyalar yok; zeka alanı günümüzde belki de
eksiksiz, kendini tamamladı. Ama şu da bir gerçek, her
şeyin bulunmuş olması yetmez. Her şey bulunsa bile,
işlenmemiş ya da yetkinleşmemiş olanı işlemek ve yetkinleştirmek
gerek. Haşatın verimli kılabileceği daha nice ovalar var. Nice
zengin malzemeler onları kullanacak usta elleri bekliyor: nice eksik
kalmış anıt örenleri var... Çok uzun zamandan beri bazı kral
bahçelerini görkemle
süslemekten, onları büyük giderlerle korunmuş yabancı bitki ve ağaçlarla
doldurmaktan, içlerine tıka basa taştan tanrılar, fıskiyeler ve
revakla yontulmuş ağaçlar yerleştirmekten başka bir şey
yapmadık.
"Burada
biraz duralım. Kökene dönük bir inceleme ve araştırmayı
fransız yazınına yasaklayan önyargıya açtığımız savaşta fazla ileri
gidip hayaletlere kılıç sallamak ya da havada
kılıç sallamak gafletine düşmelerim; bu ilkeye karşı
itirazlar
bir zamanlar daha fazlaydı. Ünlü bir Alman yazarı fransız
şiirinin geleceğine şöyle dokunuyordu.
"Shlegel'in
yazdıklarını aynen çeviriyoruz: "Eğer Fransa'da
şiir
sonradan yeşerdiyse, bu başarıya ne ingilizlere ne de bir başka
halka
öykündüğü için kavuştu. Bu sonucu, genel planda şiirin
ruhuna,
özel planda ise eski çağların fransız yazınına dönüşle elde
etti.
Öykünme yolu ile asla bir ulus şiirini son hedefe yöneltemez.
Hele
de yabancı bir yazına yönelerek, ona öykünerek böyle bir
amaca
erişilemez, çünkü o yabancı yazın gelişimini kendi
aydınlarının
çabası ve kendi toplumunun gelenek ve göreneği, ahlak
anlayışı
sayesinde sağlamıştır. Her halkın, şiirinin kaynağına, kendi
geleneklerine yönelmesi
yeterlidir. Kendi gelenekleri konusunda ise, özellikle kendine
değgin olanlardan başka uluslarla ortak olanı ayırmasını bilmeli.
Şöyle ki, dinsel esinlenmeler herkese açık, herkesin ortak malı
ve her zaman bundan, yeni bir şiir, bütün düşüncelere, bütün
zamanlara uygun bir şiir yapılabilir: Lamartine bunu anlamıştı ve
yapıtları da Fransa'ya yeni bir şiirsel çağı muştular.
"
"Ancak, la Harpe'ın
yazın kurallarını izleyen bazı kararsızlar, Malharbe'den önce
gerçekten bir yazınımız var mıydı? gibi bir gözlemde bulunuyorlar.
-Sıradan bir okuyucu için, yok! Rabelais ve Montaigne'i çağdaş
fransızcaya uyarlanmış görmek isteyenler, la Fontaine'in, Moliere'in
üsluplarının ufak tefek kusurlar taşıdığını sananlar için, yok!
Ama, eski bir sözcüğün korkutamadığı o gözüpek şiir ve dil
amatörleri, kaba bir deyimin güldüremediği, oncques'lerin,
ainçois'larm, ores'larm güç duruma sokmadığı gözüpek şiir ve dil
amatörleri için, var. Bu kaynaktan nice yararlanmış yabancılar için
var!.. Ayrıca, yabancılar bunu kabul etmekten de hiç
korkmuyorlar. Hem, onların atalarımızdan aşırdıklarını
bizimkilerin onlardan aldıklarını görünce gülmekten
kırılıyorlar.
"Şimdi biz şunu
söylüyoruz: Ronsard'dan önce ulusal bir yazın, eksiksiz, kendi
kendine yeterli, dehaların yalnız ondan esinlendiği, geniş
kapsamları yalnız ondan aldıkları bir yazın var mıydı? Vardı. Tıpkı
ait olduğu ulus gibi o da iki ayrım gösteriyordu. Bunlardan biri,
alman eleştirmenlerin Yiğitlik yazını dedikleri yazındı.
Kökeni normand'lara, breton'lara, provence'lılara ve franc'lara
dayanıyordu. Öteki, Fransa'nın yüreğinden doğmuştu, özünde halk
yazınıydı ve buna da Calya yazını deniyordu.
"Rou'nun (Rollon) ve
Brut'ün (Brutus) romanları, Philippi-de, 30 Breton'un Savaşı,
Saint Graal, Tristan, Parlenopex, Lancelot gibi; GüVün,
Tilki'nin romanları gibi kahramanlık şiirleri; ve hafif
şiirlerden oluşan şarkılar, ballade'lar idylle'ler(ı)'
kraliyet türküleri, bütünüyle Provence ya da onbirinci ve
onikinci yüzyıl şiiri, yiğitlik yazını (chevaleresque)
türündendir.
"Mystere'ler(2)/
moralite'ler(3) ve Palelin de dahil
farce'lar(4); fabliau'lar(5), öyküler,
facetie'ler(6), yergi betikleri ve ilahiler:
genellikle eğlendirici konuların egemen olduğu, anlamlı,
uçarı ve aşırı kıvanç dalgaları arasında yüksek bir ahlak
eğitiminin yer aldığı bütün diğer yapıtlar da galya
yazını'dır.
"Öylesine güçlü ve
çeşitli elemanlara sahip böyle bir edebiyattan parlak bir
gelecek beklenirken, bir avuç yenilikçinin, onaltı yüzyıldan
beri ölmüş Roma'yı, romalıların Roma-sını hortlatıp, giysileri,
yaşam biçimleri ve tanrılarıyla, yarısı cermenlerden oluşan bir
halkın içine, tümüyle hristiyan bir topluma saltanatla soktuğunu,
eski yazını yerle bir ettiğini görünce kim şaşmaz? Kimdi bu
yenilikçiler? Ronsard ve arkadaşları. Onların yazınımıza
soktuğu akım günümüze dek sürdü.
"Şiirin Fransa'daki
öyküsünü uzun uzun anlatıp boşuna zaman yitirmeyelim, zira Ronsard'm
çağında tam bir yıkım içindeydi. Yeşermeden solmuş, gelişmesi
gerekirken ölmüştü, çünkü yazgısı saray şairlerinin elindeydi,
onlar da bu yazm'm içinden yalnızca, işlerine gelen bayram
şarkılarını, dalkavuk ezgileri, açık saçık, uçkur edebiyatını
almışlar, onlarla oyalanıyorlardı. Süregelen yazını anlayacak,
onun sunduğu zengin malzemeleri işleyip değerlendirecek dahiler
yoktu. Ama yabancı ülkeler bu dahilere sahipti, özellikle
İtalya Orta Çağ'da yetişmiş büyük şairlerini bize borçludur.
Öte yandan, Fransa'da, onikinci ve onüçüncü yüzyılın yüksek
şiirinden renksiz, özden yoksun, ölçü ve uyaklara, kuyumculuğa
gömülmüş gülünç bir şiir çıkmıştı ortaya; benzetmelere,
eğretilemelere dayanan, karanlık ve yavan uzun şiirler, ağır ve
dağınık efsaneler, tatsız, kuru, uyaklı tarihsel öyküler. Ve bütün
bunlar, düzyazı ve konuşulan dilden yüz yıl eski bir şiir diliyle
yazılıyordu. Çünkü zamanın şairleri körü körüne kendilerinden önceki
şairlere öykünüyor ve onların zamanaşımına uğramış ölü
dillerini kullanıyorlardı. Herkes ciddi şiirden nefret ediyor,
artık yalnız gün geçtikçe kendini daha bir kabul ettiren düzyazıyla,
onikinci yüzyılın uzun şiirlerini ve romanlarını çeviriyordu.
Sonunda, fransızcanın şiir dili olmadığı, bu dille büyük şiir
yazılamayacağı kararına varıldı. Bilgeler dört elle sarıldılar
bu düşünceye, ve hemen, şiirlerin artık yunanca ve latince
yazılması gerektiğini ileri sürdüler.
"Halk şiirine gelince,
Villon ve Marot sayesinde, Joinvil-le'lerin, Froissart'ların ve
Rabelais'lerin dehasıyla ünlenmiş düzyazıyla yan yana varlığını
sürdürüyordu. Ama Marot öldü, okulunun şairleri de onun gücünü
ayakta tutacak solukta değillerdi. Ustaların çoğu yaşamasa da,
Ronsard'a karşı en ciddi direniş yine de Marot Okulu şairlerinden
geldi. Yergi alanında ünlerini koruyorlardı, en görkemli anında
Ronsard'ı öylesine kıskaca almışlardı ki Mellin'in(*) kıskacı
deyimi atasözü olmuştu.
Kullandığım birkaç
tümce, zamanın edebiyatının büyük bir dahinin ölümünden sonra içine
düştüğü durumu, parlak bir edebiyat döneminin sonunu -ki aynı şey
daha sonra da yinelendi- göstermeme bilmem yetti mi? Geride kalan
ikinci sınıf yazarlar, şaşkın, bir sağa bir sola dönüp önder
arıyorlardı. Bazıları, artık hayatta olmayan büyük adamların
anısına bağlı, onun gölgesiyle yaşadı, bazıları, gülünç ürünler
sergileyerek yenilik tutkusuna kapıldılar. En bilgeleri ise
kuramsal yazılar yazıp çeviri yapmakla yetiniyordu... Aniden
güçlü sesi kitleler üstünde yükselen bir adam çıkar ortaya. Sanat
dünyası ikiye ayrılır ve savaş başlar. Savaşı dahi kazanır ama
daha becerikli ve daha usta biri onun omuzlarından sıçrayıp, asıl
dahinin kendisi olduğunu dört bir yana duyurur.
"Burda duralım:
1549'dayız, birkaç ay arayla iki yapıt
yayınlanıyor: Fransız
Dilinin Savunması(*), ve
Pindare'vari Ode'lar. Ronsard'm arkadaşlarından ve
öğrencilerinden J.du Bellay'nin Fransız Dilinin Savunması
adlı kitabı, Fransız dili şiire elvermeyecek kadar yoksul,
bırakalım halkın konuşma dili olarak kalsın, dizeleri Yunanca ve
Latince yazalım diyenlere karşı bir bildiridir. Şu yanıtı verir
onlara du Bellay: "Diller, ot gibi, kök gibi, ağaç gibi
kendiliğinden doğup yeşermezler. Kimi diller enez, cılız ve güçsüz
olarak sürüp gelirler, kimileri ise diri, sağlam ve gürbüzdür, tüm
kavramların yükünü taşıyacak güçtedir. Ne var ki dünyamızda tüm
dillere erdemlerini kazandıran, insanların, ölümlülerin istek
ve egemen çabalarıdır. Dillerin hepsi aynı kaynak ve kökenden akıp
gelirler, bu nedenle bazı dilleri iyi diye överken, öteki bazılarını
da hor görmek, yermek yanlıştır. Dil insanların imgelem gücünden
doğar. Aynı yargı ve aynı amaçla yaratıldı. Zihnin kavramlarını
ve kavrama yeteneğini sergiler, anlaşmamızı sağlar. Zaman içinde
kimi diller şaşılacak derecede iyi bir düzen içine girip ötekilerden
daha zengin hale gelirler. Ama bu mutlu son o dillerin kerametinden
değil, onu konuşanların çaba ve çalışmalarından doğar. Sözü kendi
halkıma getirmek istiyorum; yunanlılar ve latinlerden hiç aşağı
kalır bir yanı olmadıkları halde, fransızca yazılmış her şeyi,
umursamaz, kibirli bir tavırla, ya bir yana atıyor ya da onların
hakkını vermiyor bu halk, ne kadar kına-sam azdır."
"Devam ediyor yazıya,
fransız diline barbar denmemesi gerektiğini söylüyor, ve
fransızcanın niçin yunan ve latin dillerinden daha zengin
olmadığını araştırıyor: "Bunun suçlusu dedelerimizin
bilgisizliğidir, iyi söylemekten çok, iyi yapabilmenin peşinde
koştular, bu yüzden de üstesinden geldikleri şeylerin şan,
şerefinden hem kendileri yoksun kaldılar, hem de bizi onların
meyvesinden yoksun bıraktılar. Dilimiz yoksullaştı, çini çıplak
kaldı, o halde, şiirin, deyim yerindeyse, başka kaz kanatlarına,
yabancı divitlere gereksinimi var. Şunu da belirtelim, kim
diyebilir ki yunanca ve latince, Horace'ların,
Demosthene'lerin, Virgile'lerin ve Ciceron'ların çağındaki
saltanatına daha önce de sahipti? Bu yazarlar kültür alanında
gerekli çabayı göstermeselerdi bugünkü görkemli üne kavuşabilirler
miydi? Aynı şey, meyvelerini henüz vermese bile, yeşermeye başlayan
dilimiz için de söz konusu. Bütün diller gibi o da doğurgan, suç
dilimizde değil, onu gözleyip kollamakla görevli oldukları halde
yeterince işlemiy enlerde. Dilleri kısa zamanda gelişip ünlenirken
romahlar ihmalci davransalardı, bugünkü saltanatına kavuşur muydu
latince. Usta bir tarımcı olarak, dillerini dağlardan alıp
kendi bahçelerine diktiler, sonra, daha iyi meyve vermesi için,
çevresindeki yararsız dalları budadılar ve onu, yunancadan alınmış,
tohumda benzerlik taşıyan dallar ve yerel dallarla iyice beslediler.
Aşı öyle tuttu ki dalların hepsi aynı gövdeden bitmiş gibi artık
doğaldı."
"Du Bellay'nin latince
dizeler yazan şairler ve çevirmenler üstüne ne düşündüğünü gördük:
Şimdi de eski yunan ve roma yazınına öykünenler üstüne ne
düşündüğünü görelim: "Yabancı bir dilden deyimler, kalıplar ve
sözcükler almak ve onları kendi diline aktarmak, uyarlamak ayıp
değil, övünülecek bir şeydir. Heroet'ye ya da Marot'ya ne kadar çok
benzerlerse kendilerini o kadar yüce sanan kimi bilgelerin yaptığı
gibi, aynı dilde bir başka dilin taklidi ileri düşünceli bazı
okurlarımıza ters düşüyorsa, ben de onlara sitemle derim ki, ey
dilinin zenginleşmesini ve başarılı olmasını isteyen sizler, dil tek
bacakla koşarak nasıl ilerler? Asıl ayıp olan hakkını vermeyip onu
bugünkü düzeyde bırakmaktır."
"Du Bellay geleceğe de
göz atar, umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini, Fransız dilinin
bir gün latince ve yunancanın düzeyine çıkabileceğini söyler:
"Bir zamanlar Homere, çağındaki insanların kısa boylu
olmasından yakınırdı. Bizler de, günümüz zekasının geçmiş zekalardan
daha güdük olduğunu sanmayalım. Mimaride, gemi yapımında, diğer
bazı eski buluşlarda eşsizdiler, ama Muse'lerin onuncu kız
kardeşi basımcılığın, ve şimşekler yağdıran şu uğursuz top
atışlarının mucidi bizler onlardan aşağı mı kaldık? Geçmiş zamanlara
değgin olmayan nice buluşlarımız gösteriyor ki, aradan çağlar
geçse de insan zekası sanıldığı gibi yozlaşmatnış, geri kalmamış.
Buna karşın, bazılarının şöyle haykırdığını duyuyorum: "Dilin
bu yarışta geç kaldı, artık yetkinleşemez".. Kendilerine cevabım şu:
"Bu gecikme onun bundan böyle de yetkinleşerneyeceği anlamına hiç
gelmez, yetkinlik yapısında zaten var, yeter ki işlensin. Doğa'nın
yasasıdır, ağaç doğar, yeşerir, sonra solar, sonra kocayıp
ölür, ne var ki, kök salmak için uzun yıllar bekleyen, didinen ağaç
ötekilerden daha çok yaşar."
"Dilin ve şiirin
sorunlarına yer veren birinci cilt burda biter. İkinci ciltte soruna
daha bir yakından eğilir Du Bellay ve gerçek niyetini açıklar: eski
fransız yazını yıkılmalı ve onun yerini Yunan ve Latin yazını
almalı: "Bana inanan, güvenen sanatçı dostlar, arkadaşlar
var, eskilerin o büyük görkemine kavuşmak için izlemeleri gereken
yolu parmakla gösterebilsem keşke. İlk kitapta söylediklerimi
özetlemekle başlayalım: Yunanlılara ve Romalılara öykünmeden o
büyük ünlülerin görkem ve ışığına dilimizi kavuştur amayız.
Biliyorum, bu öneride bulunan ilk fransız benim ve çokları beni
dilimize yabancı bir şiiri sokmakla suçlayacaklar, ya da
düşünlerimi yeterli bulmayacaklar. Çünkü sözü, bilerek,
döndürüp dolaştırmadan, soruna girdim, çünkü birinin iyi dediğine
başkaları kötü der. Biri Marot'yu beğendiğini söyler,
anlaşılması kolaymış, halk dilinden uzaklaşmıyormuş. Başkasına
göre HeroeVnin üstüne yokmuş, dizeleri oturaklı, ustaca,
bilginceymiş. Başkaları başka şairlerden zevk alır. Bana gelince,
ileri sürdüğüm fikirleri bu tür duygu ve inançlar hiç etkilemedi,
istediğim tek şey, şiirimizin uzun zaman var olan ve yetindiğimiz bu
üslupu aşması, daha görkemli bir yere gelmesi, bu da hakkı zaten.
Şimdi kısaca, şairlerimize değgin düşüncelerimizi de
söyleyelim. Geçmiş bütün Fransız şairleri içinde bir teki, Guillaume
de Louis, bir de yazınımızda Jean de Meun(*) okunmaya değer.
Çağdaşların esinleneceği şeyler yazdıkları için değil, yapıtlarını
Fransızcanın eski görkemiyle kaleme aldıkları için (...)
Sonrakileri, hatta Clement Marot'nun Salel'e yazdığı bir yergide
adını saydığı, yapıtlarıyla yeteriyle tanınmış şairleri okura
bırakıyorum, kararı onlar versinler."
"Du Bellay, böylece
bazan överek ama daha çok eleştirerek çağın bazı yazarlarıdan
söz ediyor ve ilk yargısını yineliyor: 'Bütün bu şairleri
kemik toplamak için mi okuyacağız, oysa yunan ve roma şairleri, her
şeyi, etiyle, kanıyla dile getirmişlerdi" diyor.
"Ve devam
ediyor:
"Sen ey geleceğin
şairi, önce yunan ve latin şairlerini oku, bir daha oku: Toulouse
edebiyat yarışmalarında, Puy de Rouan'daki o eski Fransız
şiirlerini, rondeau'ları (7)ballade ları, virelai'leri(8) krallık
türkülerini, şarkıları, bunlar gibi dilimizin anasını ağlatan,
cehaletimizi göstermekten başka hiçbir işe yaramayan tüm kıvır
zıvırları benim gibi eskimişlere bırak. Epigramme(9) denen, şunu
bunu eğlendiren taşlamalar neye yarar? Günümüzde onlara benzer
niceleri var, uyaklı öykü anlatıyorlar, havanda su doğuyorlar.
Onuncu dizeye ufacık bir nükte sokuşturacaksın diye havadan dokuz
dize söyleyeceksin. Aynı şeyi yapacaksan, hiç değil Martial ya da
ona benzer, kendini kanıtlamış bir başkasının yaptığını yap.
Uçkurdan hoşlanmıyor musun? O halde yararlıyla tatlıyı bir
araya getir, hayasızlığa kaçmayan, elegie'lerin(10)o yumuşak,
akıcı üslubuyla, Ovide gibi, Tibulle gibi, Properce gibi
dizelerini imbikten geçir. Yazdıklarını zaman zaman küçük şiir
oyunlarıyla değil, eski masallarla süsle. Sesi yunan ve roma
lyre'ine göre düzenlenmiş bir lavta eşliğinde, Fransız diline henüz
yabancı ode'ları(11) şakı bana, eski ender kalıntılar ve
bilgeliklerden hiçbir şey bulunmasın onlarda.
Epitre'lere(12)gelince, ancak basit yanlarımızı zenginleştirmeye
yaramış, çünkü hep günlük sade yaşamdan, bildiğimiz şeylerden söz
ediyorlar. Yazacaksan onları Ovide'in elegie'leri ya da Horace'ın
özdeyişlerle, oturaklı sözlerle bezediği dizeleri gibi yaz, o üstün
yere yücelt. Halkımızın, bilmem nasıl sözü yerli yerine
oturtup, devenin kuyruğu dediği epigramme'lara gelince, önerim
şu: Eskiler taşlamalarında zamanın çirkeflerini önce sergiler, sonra
da, herkes yaptığını çeker, bizden yalnız söylemesi der, yiğit
dizeler kaleme alırdı, onlar gibi yazmazsan taşlamaya da rağbet
etme. Quintilien'in yergiciler arasında en onurlu sırayı verdiği
Horace sana örnek olsun. O güzel sonnet 'lerin sesini duyur bana
(*), ama yazdığın sonnet İtalyanların tatlı şiirlerinden aşağı
kalmasın, daha az bilge olmasın, önünde örnek alacağın
Petrarc\ue'lar, nice çağdaş italyan şairleri var. Theocrite'in,
Virgile'in yazdıklarına benzer o şakrak kır türkülerini söyle, sesi
dalga dalga yükselen gaydayla. Komediler ve trajedilere
gelince, krallıklar ve cumhuriyetler, farce'ların ve
moralitelerin canını çıkardığı bu tür şeyleri yeniden canlandırmak
istiyorsa, sana, amacın dili süslemekse ve nerden esinleneceğini
biliyorsan aynı şeyleri yaz derim."
"Yazınsal bir devrimi
öylesine gözüpekçe dile getiren bir bölümü bütünüyle aktardım.
Umarım sıkmadım sizi. Yunan ve latin şiirleri uğruna Orta Çağ
Fransız edebiyatının yıkılışını gördük. Günümüzde de, du Bellay
zamanındakine benzer tepkiler var ve bu durum konunun önemini daha
da arttırıyor.
"Du Bellay fransızcaya
yunanca ve latincenin bileşik sözcüklerini sokmayı da öneriyor
ama bu sözcüklerin güzel sanatlar ve bilim alanıyla sınırlı
olması gerektiğini söylüyor. Daha mantıklı görünen başka önerileri
de var: dilimizin üstünde durmadığı, az tanıdığı mecazi
anlamların araştırılması. Ayrıca, dile kısım kısım girmiş bazı
sözcüklerin yeni bir birlik içinde toplanmasını, yüklemlerden isim
yapılmasını öneriyor ve örnekler veriyor: gitmek, şarkı söylemek,
yaşamak, ölmek gibi. Yüklemler hem yüklem, hem de isim olarak
kullanılmalı. Aynı şeyi niteleme sıfatları için de
uygulayabiliriz diyor. Örneğin nasıl boş hava deniyorsa, havanın
boşu, nasıl serin gölge deniyorsa gölgenin serini, nasıl
yoğun orman deniyorsa, ormanın yoğunu denmeli. Nasıl
ölmekten korkarak diyorsak, ölmekten titreyerek denmeli,
yani yapıları gereği kendilerinden sonra çekimsiz bir yüklem
koyamıyacağımız fiiller ve sıfat-fiilleri de değerlendirmeliyiz.
Herkes, dilimizin en usta yazarları bile bazan rezilce aynı
şeyi yineliyor, sözcüklerin başına "article"(13)
koymuyorlar, sakın aynı hataya sen de düşme" diyor ve devam
ediyor:
"Yazılanları hemen
yayınlamayıp bir yana koyalım, ayılar yavrularını nasıl yalaya
yalaya büyütürse, biz de yazdıklarımıza, onları yeniden ve
yeniden gözden geçirerek, sağlam bir biçim kazandıralım.
Fillerden örnek alalım ve dizelerimizi gerekirse üstünde on yıl
çalışıp üretelim. Yanlışlarımızı görebilecek, kağıtlarımızı
ör-selemekten korkmayacak bilgin, sadık dostlar gerekir bize. Yalnız
bilginlerle değil, her tür işçiyle, teknik elemanlarla görüşün,
kullandıkları malzeme ve araçların isimlerini, işlevlerini
öğrenin, tanımlama, betimleme ve benzetmelerinizde bu
bilgilerinizin büyük yararını görürsünüz."
"O günlerde edebiyat
tartışmaları bugününkünden çok daha fazla ve çok daha canlıymış. Du
Bellay, dilinin yükselmesini isteyen her aydına haykırır,
zamanaşımına uğramış şairlerin yapıtlarını yayınlamayın,
yayınlatmayın, der.
"Şu baharlar'ın
kuruduğunu, şu soluksuz seslerin kısıldığını, şu deneme olmaktan
öteye gidemeyen şeylerin budandığını, şu çeş-meler'in kuruduğunu,
kısaca şatafatlı adlarıyla bile seçkin okura gına getirten
rezilliklerin yok olduğunu bir görsem ne kadar sevineceğim! Nedir bu
Yoksunlar, boynu bükük umutlar, Liesse hamamcılar'ı, bu
köleler, bu gezginler7(14)
Kullandıkları bayii bayanlı sözcükleriyle hepsinin canları
cehenneme. Daha ne deyim bilmem ki? Phebus Apollon'a dua etmekten
başka elimden ne gelir: nice uzun yıllar kısır kalan, Apollon kadar
iri, gürbüz Fransamız, şu kısık gaydaları gür sesli lavtasıyla
bastıracak bir şair doğursun. Doğursun da, nasıl bataklıklarına taş
attığımız zaman kurbağalar sesini kesiyorsa, düzmece şairlerin sesi
de öyle gırtlaklarında kalsın. "
"Fransız şairlerine bir
kez daha çağrıda bulunur, şiirlerinizi Fransızca yazın, der,
sonra şunları söyler du Bellay: "Şükür, nice arbedeler atlattık,
nice yabancı donanmalarla savaştık ve sağesen limana geldik.
Yunanlılardan kurtulup, Roma alaylarını yarıp Fransamıza,
sevgili Fransamıza kavuşan bizler, şimdi yiğitçe o yüce Roma'nm
üstüne yürüyelim ve tapınaklarımızı, sunaklarımızı onların
tutsak ganimetleriyle donatalım. Fransızlar, yaygaracı kazlardan, ve
Capitole'un öcünü almak için, din adına sizleri çırılçıplak bastıran
o mağrur Manlie ve o hain Camitle'den korkmayın artık. O yalancı
eski Yunanistan'dan siz de öcünüzü alın ve Callo-Grec'lerin
tohumlarını atın oraya. Bir zaman yaptığınız gibi Delphe
tapınağının kutsal hazinelerini yağmalayın, o dilsiz Apollon ve
onun yalancı şimşekleri vız gelir. İkinci Atina'nız, eski
Marsilya'yı, kendinden sonra, diline bağlı bir zincirle halkları da
kulaklarından çekip çıkaran Calyalı Hercule'ü
unutmayın."
"Du Bellay'nin kitabı
hayli ilginç, Fransız edebiyat tarihine ışık tutan en iyi
yapıtlardan biri, ve bu konuda yazılanların da belki en az
tanınanlarından. Ronsard Okulunun tarihini çok iyi yansıtıyor,
zaten bu yüzden dikkatimi çekti.
"Gerçekten, her şey var
içinde: Fransız dilinin savunması ve ünü adlı yapıtında
önerdiği yenilikler ve geliştirdiği kuramlar noktası noktasına,
günümüze dek, benimsenip uygulanmış. Hatta insan, bu kitap
Ronsard Okulunun ortak bir bildirisi mi diye düşünmekten kendini
alamıyor. Ronsard dediysem, Ponthus de Thiard, Remi Belleau,
Etienne Jodelle, J. Antoine de Baif'leri, yani du Bellay'yle
birlikte la Pleiade(*) adı verilen, bu ad altında anılan tüm
ozanları da kastediyorum. Bu yazarların çoğu, henüz
bastırmasalar da, du Bellay'nin önerdiği ve öngürdüğü biçimde, çok
yapıt yazmışlardı. Şu da önemli, du Bellay'nin yapıtında
"Ode"lardan söz ediliyor, oysa daha sonra Ronsard bir önsözünde,
Fransız diline ode sözünü ilk sokanın kendisi olduğunu
söylermiş, ve o zamanlar bu sava da kimse karşı
durmazmış.
"İster ortaklaşa kaleme
alınmış olsun, ister bir kişi aynı fikirdeki şairler
topluluğunun düşüncelerini, dileklerini dile getirmiş olsun, bu
kitap eski fransız edebiyatına karşı tam bir bilgisizlik örneği ve
haksızlıklarla dolu. Evet, du Bellay, eski şairlere öykünüp duran
çağın bazı taklitçi şairlerine kızmakta haklı. Ama ötekilerin,
bunu yapmayanların suçu ne? Aynı mantıkla kalksak, onları izleyen,
ama öte yandan tatsız tuzsuz manzumeler yazan günümüz şairlerinin
hesabını, du Bellay çağının, o büyük çağın şairlerinden sormak
gerekir.
"Kurumakta olan bir
gövdeye yabancı dallar aşılanmasını hararetle öneren du Bellay, bu
gövdenin iyi bir bakımla yeniden yaşam bulup, kendiliğinden
meyve vereceğini hiç düşünmemiş mi acep? Eski Fransızcanın kökü
kurumuş gibi, aynı şey eski Fransızcanın kaynaklarından
yararlanılarak yapılamazmış gibi, yunanca ve latinceye göre sözcük
üretilmesini öneriyor. Ode'ların, elegie'lerin,
satire'lerin(15) falan şiirimize sokulmasını
destekliyor, sanki bu şiirsel biçimler, başka adlar altında
dilimizde yokmuş gibi. Eski yunan ve roma şiirlerini almamızı
istiyor, sanki bütün bir Normandiya edebiyatı, yiğitlik romanları,
Orta Çağ'ın nitelik ve tarihini yansıtan yapıtlarla dolup
taşmıyormuş gibi. Trajedyayı(16) övüyor, peki Orta Çağ'm
mystere'leri ne güne duruyor, antik çağ yapıtlarından daha özgür ve
daha gerçek, suçları bir dahinin kaleminden çıkmamak mı? Bir
an, en büyük yabancı şairlerle, Fransa'da, onaltıncı yüzyılda, du
Bellay ve arkadaşlarıyla aynı ortam ve koşullarda doğmuş,
klasik edebiyat sistemine en çok karşıt yazarların birlikte
yaşadıklarını varsayalım. O yabancı
yazarların, çeşitli dönemler ve çeşitli
ülkelerde gerçekleştirdikleri yapıtları, Fransada, Fransız
Edebiyatının o günkü kaynak ve olanaklarıyla
gerçekleştiremiyeceğine inanır mısınız? Arioste bizim
fabliau'larımız ve kahramanlık şiirlerimizden yararlanarak öfkeli
Rolland'ını yaratamaz mıydı sanki? Shakespeare, bizim romanlarımız,
bizim tarih yazılarımız, farce'larımız, hatta bizim
mystere'lerimizden yararlanarak
o yiğitlik yazınına dayanan
dramlarını yazamaz mıydı? Le Tasse'ı, yazdığı Kudüs'ü bir düşünün,
bizim yiğitlik yapıtlarımızı, yapıtların romanca'yla yazıldığı o
çağların ürünü, o pırıl pırıl şiirleri bir düşünün. Ne yazık, du
Bellay döneminin, o reform döneminin şairleri arasında belki büyük
dahiler yoktu, ve belki de eski Fransız Edebiyatını, dahilerin
gözüyle bakıp değerlendiremediler. Nedeni ne olursa olsun, Pleiade
dönemi şairlerinin, kendilerinden öncekilere o kadar hor
bakması bağışlanamaz. Onlardan önce, değil yalnız ciddi türde,
hiçbir konuda doğru dürüst yapıt yokmuş, böyle diyorlar. Peki,
ya Ruteboeuf, ya Charles d'Anjou, Villon, Charles d'Orleans, Clement
Marot, Saint-Gelais ve düzyazılarıyla Rabelais, de Joinville ve
Frois-sart? Bunlar havaya mı uçtu? Yazınımız ve dilimiz
yönünden demek ki koşullar elverişliydi. Her yeni kuşak
kendisinden örcekilere saldırır. Uygun bir ortam bulmasaydılar,
Yunan ve Roma edebiyatını inceler, ona öykünmeye kalkarlar mıydı?
Tamam, ama aşırıya kaçmışlar. Biçim derken özü de almışlar. Yunan ve
Roma şiirini aktarmakla yetinmemiş, bu şiirin geçmişi de dile
getirmesini istemişler, üstelik bizim geçmişimizi değil. Örneğin
trajediler ünlü Oedipe ve Agamemnon'gillerin acılarını
yansıtmalıymış. Şiiri öyle bir yere getirdiler ki, içinde yalnız
mitolojinin tanrıları değil, tüm tanrılar cirit atıyor. Sonuç şu
oldu, Du Bellay, usta sözcüklerle, yabancıları fethedelim
derken o yabancılar gelip surlarımıza dayandı. Yavaş yavaş,
bizleri ulusal özelliklerimizden, dilimizden utanır hale getirdi,
karşımıza yunan ve roma'yı dikti, onları yüceleştirdi. Öyle ki,
artık krallarımız ve kahramanlarımızı bile temsillerde roma
elbiseleriyle sahneledik, anıtlarımızın altına Latince yazılar
yazdık. Klasik Yunan ve Roma yazını bizim gelenek-göreneklerimiz ve
ulusal niteliğimizle uzlaşmadığı için, yukarıda saydığım gülünç
tersilklerden başka, yazınımız da istenilen derecede yaygınlaşıp ün
kazanamadı.
"Konu, çerçeveyi aşıp
uzaklara götürdü beni. Okullarda tarihimiz daha çok, daha iyi
okutulmalı, yunanca ve latince derslere bu kadar ağırlık verecek
yerde, onlara ayırdığımız saatleri azaltıp Fransızcayı daha iyi
öğretir ve tanıtırsak eski yazınımız horlanmaktan kurtulup hakkı
olan ilgiyi görür.
"Önümüze klasik Yunan
ve Roma yazınını dayattığı, geçmişimizi, bizim olan bir geçmişi
gözden düşürmeye kalktığı için Ronsard Okulunu eleştirdim. Ancak,
çaba ve çalışmalarına, getirdikleri yeniliklere başka
b;r açıdan, şiirsel biçim ve şiirsel renk açısından
bakarsak, bu c! ula şükran borçlu olduğumuzu da kabul etmemiz
gerek. Büyük bir yaratım çabası istemeyen, duyguya, aşka, doğaya
yönelik şiirler, şairleriyle birlikte, nice çağları aşıp günümüze
kaldılar. Üstelik bu tür şiirlerde klasik Yunan ve Roma yazınının
kokusu fazla duyulmaz. Örneğin Ronsard'ın ode'ları daha çok
onikinci yüzyıl şarkılarından esinlenilmiş gibidirler ve bu
özellikleri nedeniyle çağları aşıp günümüze ulaştılar. Aynı şey
sonnetleri (17),bazı elegie'leri için de
söylenebilir.
"Yazın tarihinde
Ronsard'ın pek ilginç bir yeri vardır. Aydınlık bir çağın putu,
gözbebeğidir, de Thou'lar, Hospital'lar, Pasquier'ler,
Scaliger'Ierin hayran kaldığı şairdir. Montaigne ondan söz ederken,
bütün eski büyük şairlere denk der. Şiirleri bütün dillere
çevrildi, öyle ün yapmıştı ki, Paris yolculuğunda le Tasse'ı en
çok heyecanlandıran şey Ronsard'la tanışmak mutluluğu olmuştu.
Ölümünde krallara özgü bir cenaze töreniyle gömüldü ve tüm Fransa
yasa boğuldu, ölmemişti de, başında utku tacıyla gelecek kuşaklara
katılıyordu sanki. Gelecek kuşaklar mı! Ne yaptı sonrakiler,
onaltıncı yüzyılı yalanlarla, zevksiz ürünlerle kandırdılar,
kırılmış bir putun, Pleiade'm kalıtını kahkahalar ve sövgülere
kurban verdiler. Ünlü Pleiade'm yerini, onun yapıtlarıyla donanmış
yeni tanlar aldılar.
"Kimlerdi sonra
gelenler, önderlerin yanındaki, ardındaki silik gölgeler: Ronsard'ın
Okulundan kalma Baif, Bellau, şair Ponthus, Malherbe zamanındaki
Segrain, Sarrazin; Voltaire zamanındaki Desmahis, Bernis, Villette
falan filan... Ama Ronsard için hâlâ bir gelecek var. Özellikle
günümüzde, her şey yeniden gözden geçiriliyor, büyük ün yapmış
kimseler cehennemdeki ruhlar gibi, çıplak, bir zamanlar önümüze
konulmuş tüm olumlu olumsuz yargılardan arındırılıp yeniden
inceleniyorlar. Malherbe bile sallantıda, klasik şiirin babası
sayılacak bir ağırlık koyup koyamadığı belli bile değil,
geleceği kestirip atan Boileau'nun kararı da derde derman
olamaz...
"Burda söylemek
istediğimiz, dileğimiz, herkesin hakkı neyse oraya oturtulması,
iyinin ve kötünün yeniden düzene sokulması. Ronsard Okuluna gelince,
şu ana dek övgüler yağdırmadığımıza göre, kimse bizi yan tutmakla
suçlayamaz. Bu konuda şu ana dek henüz kesin bir yargı ileri
sürmediysem bizi kimse dava dosyasını, belgeleri incelemedik, üç yüz
yıllık kitapları karıştırmadık sanmasın. Bütün şu edebiyat
tarihi yazarları aynı bilinçle davransalardı, çeşit çeşit binlerce
cilt aynı büyük yanlışları ardarda yineleyip durmazdı. Gelip
geçici, tek yanlı ve saldırgan eleştirilere dayanılarak kesin
yargılar yürütülmezdi, değersiz yapıtlara onun bunun sözüyle hayran
kalıp onur bahşedilmezdi.
"Ronsard Okuluna
kuşkusuz hoşgörüyle bakamayız. Halka özgü, halkın ürünü ne varsa,
sanki analarına sövülüyormuş gibi, Horace'cı bir çalımla itip
yazınımıza yunan ve latin türlerini soktular. Yalnızca soylu yazın
önünde şapka çıkarıp, doğal ve gerçek olan ne varsa, bunlar sanat
değil diyerek hepsine sırt çevirdiler. Doğaya ve bahara,
onaltmcı yüzyıl şairleri kadar hiçbir şair kıymadı. Doğa ve bahar
adına yaptıkları tek şey, eski yunan ve roma şairlerinin bu konuda
söylediklerini derlemek ve bilgelerin hoşlanacağı şekilde
onlardan bir bütün oluşturmak oldu. Böylece, giderek,, kendilerine
ait tek bir düşünceyi bile söylemekten korkar hale geldiler.
Nitekim, zamanın bilge eleştiri ve yorumlarında da aynı şeyi
görüyoruz, bir şair eski yunan ve roma şairlerine ne kadar çok
öykünmüşse yapıtları da o denli göklere çıkarılmış. Tablolarını
ustaların tablolarına göre yapan bazı ressamlar vardır, tıpkı onlar
gibiler. Kolu bir ustanın, başı başka bir ustanın, giysi
kıvrımlarını diğer bir ustanın tablosundan alacaksın ve
yaptığın şey sanatın başyapıtı sayılacak, üstüne üstlük, "düpedüz
doğayı örnek alsan daha iyi değil mi?" diyenleri de cahillikle
suçlayacaksın. Bütün bunlara kızmamak elde mi?
"Pleiade dönemi
yapıtlarına bu eleştirilerle yaklaşırken, bakarsınız bir yapıt
kendini sevdirmeye başlar size. Koyduğu ilkelerin bir değeri
yok, bütün olarak ele alındığında, yanlışlar, yapmacıklı, gülünç
yanlar var, tamam, ama öylesine ustalıkla işlenmiş ayrıntılar
da var ki hayran kalmamak elde değildir. Bu ilkel ve körpe üslup,
eski Yunanlılar ve Romalıların sıradan ve kaba buldukları
düşüncelere tatlı bir çeşni katar. Bizi büyüleyen, şiire yenilik
kazandıran da işte bu havadır. Örneğin, Ronsard'ın "Küçüğüm gidip
bakalım ki gül..." dediği bir odelette'i(18) kezlerce
yinelenen gül ve aşk benzetmesi üstüne kurulmuş. Ama Ronsard bu
benzetmeyi öyle güzel işlemiş ki şiir, aşk edebiyatımızın en körpe
ve en yeni ürünlerinden biri halini almış. Aynı şekilde, şair Bellau
da öyle, Nisan adlı şiirinde bilinen şeyleri yineler ama
şiirden anlayan herkesi hayran bırakır. Ömrü bir bahar süren
çiçekler ve sevdalar, ortak mekanlar, daha başka şiirlerde
kimbilir kaç bin kez işlendi, sayısı belli değil. Biz Fransızları
çeken, olayın kendisinden çok söyleniş biçimidir. Çalgının sesi
güzel çıkarsa, önceden bin kez dinlediğimiz şeyi yeniden zevkle
dinleriz.
"Ronsard Okulu da büyük
oranda, söylenenleri bir daha yineledi. Ustanın payı büyük. Şiirde
işlenen tüm konular eski yunan ve romanın konuları değil.
Yazdıklarında yalnızca deyiş güzelliğiyle yetinmez. Onun
yapıtını şöyle bir incelersek, içinde nice ünlü ve birbirinden
farklı şairler buluruz. Her şair belki de Ronsard'm yapıtına
kendinden ömür katmış ve belki de bu yüzden soluğu uzun olmuş.
Önce Pindard çıkar karşımıza. Ronsard şiiri çeşitli eleştirilere
uğramış, yeteriyle açık değil, Yunan ve Roma şiirinin etkisinde
denmiş; ayrıca; doğru dürüs incelenmeden dilinin tumturaklı
olduğu ileri sürülmüş ve bu eleştiriler, yazılar, notlar
aracılığıyla günümüze dek gelmiş. Eleştiriler daha çok,
üslubunun Pindard'a benzemesinden kaynaklanıyor. Ronsard ve
dostlarından önce bazı yazarlar ve şairler Yunanca ve Latinceye göre
sözcük ürettikleri için Rabelais'nin şimşeklerini çekmişlerdi.
Aslında sayısal toplam olarak Ronsard Okulu şairlerinde fazla
yabancı sözcük yok. Başlıca çabaları klasik biçimleri sokmaktı.
Sözcük alınmasını da önermişlerdi ama bununla pek
ilgilenmediler.
"Bir de, Anacreon'vari
ince ve duygusal şiirleriyle sevda şairi Ronsard var. Yukardaki
gözlemlerin pek çoğu aşk şairi Ronsard'a değgindi ve Pleiade
dendiğinde akla da zaten daha çok aşk şairi Ronsard geliyordu. Son
zamanlarına doğru elegie'ler yazmaya başlar ve kendinden önce çok
çok az kullanılan ve sonsuzca yetkinleştirdiği
alexandrin'lerde(19) bu elegie'lerde, ancak birkaç
taklitçisinin ulaşabildiği büyük bir ustalık sergiler.
"Bana göre Ronsard'ın,
üstünde daha az durulmasına karşın, en parlak dönemi son
dönemidir. Söylevleri, tohum halinde, düzgün işlenmiş
epitre'ler ve satire'leri içerir ve bunlarda insanı şaşırtan
bir üslup yetkinliği vardır. Oysa bu yüce alanda ne kadar az
şair izledi onu. Uzun yıllar sonra ancak bir Regnier çıkıyor
karşımıza. Kuşkusuz herşeyini, ustam dediği, Ronsar'a
borçludur.
"Güçlü ve soluklu
alexandrin'ler özellikle "Söylevler"de daha bir çiçeklenip
açılır. Ronsard'dan sonra bu yetkinliğe bir tek sanatçı, ancak
Corneille erebilmiş, Ronsard'm üslubuyla Racine'in üslubunu çok
ilginç bir biçimde birleştirmiştir. Bunun ayrımına ise, ne
garip ki ilk kez, bir yabancı, Schlegel vardı: "Bence Corneille,
bazı bakımlardan, özellikle dil açısından kesinlikle eski Ronsard
Okulunu izliyor, ya da en azından, sık sık onu anımsatıyor" der.
Şairin söylevlerini, hele de Zaman'ın Gizemi'ni okuduğumuzda
bu gözlemin ne kadar yerinde olduğunu görürüz.
"Ronsard'ın o canlı ve
parlak dize biçimini, günümüzde, başta Hugo olmak üzere, çok az şair
incelemiş. Racine'i alalım ele, o güzelim dize yapısını
törpüleyip parlata parlata yamyassı hale getirdiler. Oysa, Ronsard'm
ve Corneille'in dize kurma tekniği hiç kullanılmayıp pas
tuttu.
"Ronsard, görkemlerle
dolu bir yaşamdan sonra ölünce, müritleri İskenderiye generalleri
gibi imparatorluğu bölüştüler, kuşkusuz Ronsard'sız
fethedemeyecekleri o yazın dünyasını köleleştirdiler. Başka ne
olacaktı! Kalanlar ikinci sınıftı, küçük hükümdarları,
koruyucu, saygın kanatları altına alacak yeni bir usta yoktu.
Birbirini izleyen bölünmelere, çeşitli söylentilere, halkın
yeni yapıtlara gösterdiği kuşku ve soğukluğa rağmen 1549'dakine
benzer bir devrim hemen gerçekleşmediyse, bunu geciktiren yalnızca
Ronsard'ın anısına karşı kitlelerin saygısıydı, ve bazıları da
hâlâ okulun gücünden korkuyordu. Devrim bu yüzden birkaç yıl
gecikti.
"Ve sonunda Malherbe
geldi! Savaş başladı. Kuşkusuz, o sıralar Fransada özgün bir
edebiyat kurmak, Ronsard ve Du Bellay'nin yaşadığı zamana göre daha
kolaydı. Ortaçağ şiirini bir yana atıp ülkeye eski yunan ve
roma şiirini sokmalarına karşı olmamıza rağmen, Ronsard Okulu
sayesinde şiir dili kurulmuştu. Ancak, böyle bir durumun varlığı
onlardan hemen sonra gelen bir dahiyi, gerçek bir yenilikçiyi
engelleyemezdi. Böyle bir dahi çıkmamıştı, işin kötü yanı
buydu. Klasik anlamdaki bir devrim, ikinci dereceden bazı yararlar
sağlasa da, her şeyi egemenliği altına alacağı için zararlı olurdu.
Malherbe'in ileri sürdüğü reformun amacı yalnızca yeni bir
düzenlemeyle bazı aksaklıkları gidermekti. İşte Malherbe'in
yaptığı yeniden düzenlemeye bütün utkusunu kazandıran da bu
ayıklama işlevi oldu.
"Dar görüşlü bazı,
kimseler görkemle ortaya konan bu reformları bayağı
buluyorlardı. Regnier, özellikle Malherbe'den tümüyle değişik bir
güce sahip, gereğinden alçakgönüllü, kendine özgü bir türde
yazmakla yetinip, başında hiçbir okulun bayrağını görmek istemeyen
Regnier, bir tür horgörüyle paylar Malherbe'i.
"Malherbe, şair değil
de bir sözcük avcısı olarak dilbilgisi alanında reform yapıyor,
Ronsard'a öfkelenmesine rağmen, şiiri ne Pleiade şairlerinin çizdiği
yoladn çıkarmayı, ne de, gelenekler ve çağın gereksinimi üstüne
kurulmuş yeni bir yazın yaratarak, eski ulusal yazma dönmeyi
düşünüyordu, istediği, ileri sürdüğü tek şey, dalgaların sürüklediği
bir balçık içinde akan ırmağı temizlemekti, dibindeki altın ve
değerli tohumlar ancak böyle ortaya çıkardı. Malherbe'den sonra
şiirimizi biliyorsunuz. Şiir diyorsam, gerçek şiiri
kastediyorum.
"Sanat her yerde
aynıdır, tatlı düşlerin ürünü değildir asla, ne gerçek din
duygusunun, ne doğa'nın ivedi esinlediği duygunun ürünüdür,
soğuktur, hesapla, kitapla, işleyerek yapılır. Doğrunun ve güzelin
çocuğudur. Tek bir biçimde toplanmış düşünceler ve deyişler
yumağıdır. Dokunduğu her şeyi ancak Midas altına çevirebilir. Şiir
dediğimiz ırmak ilk hızını yunan ve roma şiirinden alarak akageldi
kuşkusuz. Bu klasik hız karşısında bir Lafontaine direnebilecek, bir
de Şiir Sanatı'nda, Boileau takmayacak onu."
Şimdi, Orta Çağ
Fransasmdaki ulusal yazını, büyük ustalarını yitirince bu
ulusal yazının nasıl duraklama dönemine girip boşlukta kaldığını,
Ronsard ve Du Bellay önderliğindeki Pleiade Okulu'nun bu
boşluktan yararlanarak ülkeye nasıl yabancı, antik yunan ve antik
roma kökenli şiiri soktuklarını ve Gerard de Nerval'in
eleştirilerini daha yakından görelim:
Orta Çağ Fransasında
Ulusal Yazın
Pleiade Döneminden önce
Fransa'da iki tür ulusal yazın egemendi:
Şövalye Yazını: Kökeni
normand'lşra, breton'lara, provence'lılara dayanan bu yazın
kahramanlık öykü, şiir ve destanları, şarkılar, ballade'lar,
idyl'ler (genellikle aşk konularını işleyen küçük kır deyişleri,
sevda türküleri), krallık türküleri, Provence ya da onbirinci
ve onikinci yüzyıl şiirlerinden oluşuyordu.
Galya Yazını: Fransanm
yüreğinden doğmuş, özünde halk yazını olan bu ulusal edebiyat
mystere'ler (dinsel bir konunun işlendiği, içinde Tanrı, azizler,
melekler ve iblislerin yer aldığı Orta Çağ tiyatro oyunları),
moralite'ler (kişiliklerinin aktöreyi, erdemi savunduğu koşuk
oyunlar), farce'lar (tiyatro güldürüleri), fabliau'lar (uyaklı halk
öyküleri) öyküler, facetie'ler (güldürülü, şarkılı oyun türü),
yergiler ve ilahilerden oluşuyordu.
Duraklama
Dönemi
Bu ulusal yazın ve
ulusal şiir onaltmcı yüzyılda önce duraklama, sonra da çöküş
dönemine girer. Niçin ve nasıl? Nerval şöyle açıklıyor: "Şiir tam
bir yıkım içindeydi, yeşermeden solmuş, gelişmesi gerekirken
ölmüştü, çünkü yazgısı saray şairlerinin elindeydi, onlar da bu
yazın'ın içinden yalnızca, işlerine gelen bayram şarkılarını,
dalkavuk ezgileri, açık saçık uçkur edebiyatını almışlar, onlarla
oyalanıyorlardı. Süregelen ulusal yazını anlayacak, onun
sunduğu zengin malzemeleri işleyip değerlendirecek dahiler yoktu.
Onikinci ve onüçüncü yüzyılın yüksek şiirinden; renksiz, özden
yoksun, ölçü ve uyaklara, benzetmelere, eğretilemelere dayanan
karanlık ve yavan uzun şiirler, ağır ve dağınık efsaneler,
tatsız, kuru, uyaklı tarihsel öyküler, kuyumculuğa gömülmüş
gülünç bir şiir çıkmıştı ortaya. Ve bütün bunlar konuşulan dilden
yüz yıl eski bir şiir dili ile yazılıyordu. Çünkü zamanın
şairleri körü körüne kendilerinden önceki şairlere öykünüyor ve
onların zamanaşımna uğramış ölü dillerini kullanıyorlardı.
Herkes şiirden nefret eder oldu. Sonunda Fransızcanın şiir dili
olmadığı, bu dille büyük şiir yazılamayacağı kararma varıldı.
Bilgiçler dört elle sarıldılar bu düşünceye, ve hemen, şiirlerin
artık Yunanca ve Latince yazılması gerektiğini ileri sürdüler.
Halk şiirine gelince, Villon ve Clement Marot sayesinde varlığını
sürdürüyordu. Ama Marot öldü, okulun şairleri de onun gücünü ayakta
tutacak solukta değillerdi. İkinci sınıf yazarlar, şaşkın, bir
sağa bir sola dönüp önder arıyorlardı.
Pleiade Okulu'nun
(Klasizm'in) Şiir Anlayışı Pleiade Okulu işte bu duraklama ve çöküş
dönemlerinde kurulur. 1549'da şair Du Bellay, Pleiade Okulu'nun
ortak bildirisi sayılabilecek, belki de Okul yazarlarınca ortak
kaleme alınmış Fransız Dili'nin Savunmasını yayınlar. Birkaç
ay sonra da Ronsard'ın, antik yunan ve roma şiirinden
esinlenerek yazdığı, özüyle ve biçimiyle antik yunan ve roma
şiirini aktardığı, "Pindare'vari Odlar" adlı kitabı çıkar
piyasaya.
Du Bellay, önce,
Fransızca şiir dili değil, bu dille büyük şiir yazılamaz diyenlerin
karşısına çıkar, Fransız dilini öğer, sonra da, övdüğü bu dilin
sırtına bir kambur kondurup, ona kendinin olmayan yabancı bir elbise
giydirir, eğer yüksek şiir isteniyorsa, Antik Yunan ve Roma şiirinin
özüyle ve biçimiyle alınması gerektiğini savunur.
Du Bellay'nin
dolayısıyla Pleiade Okulu'nun dil ve şiir görüşünü şöyle
maddeleyebiliriz:
Dil, ot ya da ağaç gibi
kendiliğinden doğup yeşermez. Ona gücünü, erdemini kazandıran
insanların çabalarıdır. Her dil
özünde doğurgandır. Meyvelerini
vermediyse bunun suçlusu onu yeterince işlemeyenlerdir. Dil yabancı
yetkin dillerden yapılan aktarmalar ve dil bilgisi alanında yapılan
çalışmalarla zenginleştirilebilir.
Yunanlılara ve
romalılara öykünmeden dili büyük yazarların görkem ve ışığına
kavuşturamayız. Geçmiş Fransız şairlerinin büyük çoğunluğu dişe
dokunur, okunmaya değer yapıt veremediler. Onları kemik toplamak
için mi okuyacağız. Oysa Yunan ve Roma şairleri etiyle ve kanıyla
dile getirdiler her seli.
Bu iki temel önerinin
yanı sıra Du Bellay şairlere şu iki öğüdü de veriyor:
a) Her tür işçiyle,
teknik elemanlarla görüşün, kullandıkları malzeme ve teknik
araçların isimlerini, işlevlerini öğrenin, tanımlama, betimleme
ve benzetmelerinizde bu bilgilerinizin büyük yararını
görürsünüz. Du Bellay'dan dört yüz elli yıl sonra, rus şairi
Mayakovski "Şiir Nasıl Yazılır?" kitapçığında buna benzer şu
öğütte bulunur: "Şairin bir not defteri olmalı. Şair
becerisini, ustalığını artırmak, kendini geliştirmek için her
gün çalışmalı, şiirsel birikimlerini depo etmeli. İyi bir not
defterine sahip olmak ve bundan yararlanmasını bilmek kokuşmuş eski
ölçülerle hatasız yazmayı bilmekten daha önemli..."
b) Yazılanları hemen
yayınlamayıp bir yana koyalım. Ayılar yavrularını nasıl yalaya
yalaya büyütürse, biz de yazdıklarımıza, onları yeniden ve
yeniden gözden geçirerek, sağlam bir biçim kazandıralım.
Fillerden örnek alalım ve dizelerimizi gerekirse üstünde on yıl
çalışıp üretelim. Yahya Kemal de bu görüşte. "Açık Deniz" gibi on
yıldan bile fazla beklettiği şiirleri var. Devrimci Mayakovski de
yazılmış şiirin bekletilmesini önerir, ama elbette ki on yıl değil.
"Şiir Nasıl Yazılır?" kitapçığında şunu söyler: "Büyük bir coşkuyla
yazdığım ve yazarken de pek beğendiğim şiirlerimi ertesi gün
yavan, yeteriyle işlenmemiş ve tek yanlı buldum. Bu nedenle,
bir şiiri bitirdiğimde, aradan birkaç gün geçmesi için, bir
çekmeceye kor, bekletirim. Sonradan çıkardığımda şiirde gizlenmiş
aksaklıkları görmeye başlarım."
Du Bellay'in
kuramcılığını yaptığı Pleiade Okulu, şair Ronsard'ın dehasıyla
amacına ulaşır, Fransız şiirine artık, özüyle ve biçimiyle Antik
Yunan ve Antik Roma şiiri egemen olur. Yine de, özellikle dilbilgisi
alanında aksayan bazı yanlar vardı. Daha sonra, "sözcük avcısı"
şair Malherbe dilbilgisi alanında düzeltme ve düzenlemeler yaptı,
"balçık içinde akan ırmağı temizledi, dibindeki altını ortaya
çıkardı". Fransız şiiri Klasik Akım adı altında başta Ronsard
olmak üzere Pleiade şairlerinin çizdiği yoldan yürüdü.
Erdoğan
Alkan
(Şiir Sanatı, Yön
Yay.,1995)
1- Idylle: Genellikle aşk konularını işleyen küçük kır deyişleri,
sevda türküleri.
Mystere: Orta Çağ
tiyatro oyunlanna verilen ad. Dinsel bir konu işlenir, Tanrı,
azizler, melekler ve iblisler konunun başlıca
kişilikleri dir.
Moralite: Orta Çağın
manzum oyunu. Kişiler aktörel kuralları, erdemleri
savunur.
Farce: Fransada XIV
üncü yüzyıldan itibaren sahneye konan ko mediler. İçinde
şarkılar da yer alır.
5-
Fabliau: XII ve XIII. üncü yüzyılların uyaklı halk öyküleri. 6~
Facetie: Güldürülü, sakalı oyun türü.
(*) Mellin de
Saint-Gelais.
(**) Bak: I.D.B.A'nın
yayını, (Joachim du Bellay). Paris, Arnaul Angeli-er,
1549.
(***) Gülün Romanı'nın
yazarı.
Rondeau: Akıcı, lirik
şiir, biçimi değişmez.
Virelai: Dört bağlamlı,
eski fransız şiiri. İki uyak üstüne kurulur, her uyak sonraki üç
dizenin ardından yinelenir.
Epigramme: Bir
yergiyle, taşlamayla biten küçük şiir.
Elcgie: Eski yunan
şiiri, bağlamlar beş ya da altı dizeden oluşur ve şiir genellikle
aşk konularını işler.
Ode: Bizim
Aşıklarımızın yazdıkları gibi, ezgiyle, sazla
söylene bilecek her şiire "ode" denir. Zaten kökeni "şarkı"
sözcüğünden gelir. Çeşitli bağlamlardan oluşur. Şiirde büyük
olaylar, ünlü kişiler ya da bireylerin duygusal yaşamları dile
getirilir.
12- Epitre: Çeşitli
konularda, dizeler halinde yazılmış mektup. Kutsal kitaplardan,
özellikle Havarilerin yazılarından edinilecek dersler.
(****) Harflerin,
hecelerin yinelenmesiyle bu tür tümceler kurmak o zamanın kötü
edebiyat zevklerindendi. Genç yenilikçi Du Bellay bile etkisi
altında kalmış.
13- Fransızca'da
sözcüklerin başına konan "le", "la" gibi belirleme
işaretleri.
14- Onaltmcı yüzyıl
Fransasında bazı şairler, bizim halk şairlerimiz gibi mahlas
kullanıyorlardı. Du Bellay'in yazısına aldığı "Yoksunlar", "Boynu
bükükler" v.b. bazı şairlerin mahlası.
(*****) İlginçtir, çoğu
tanınmış olmasına rağmen Du Bellay bunların hiçbirinden söz etmiyor.
Eğer kitabında yalnız kendi adına konuşsaydı dostları olan bu
yazarlardan söz etmesi gerekirdi.
15- Satire: Taşlama,
yergi türünden şiirler.
16-Trajedya: Ölçülü ve
uyaklı tiyatro oyunları. Konusunu efsanelerden ya da tarihten alır.
Ünlü kişilerin başlarından geçen korkunç ya da acıklı olaylar
anlatılır.
17- Sonnet: 14 dizeli
şiir. İlk iki bağlam dörder dizeden, üçüncü ve dördücü bağlam üçer
dizeden oluşur.
18- Odelette:
"Ode" türünü tanımlamıştık. Odelette ise küçük "ode"lara
verilen isimdir.
19- Alexandrin: XII.
yüzyıl fransız şiiri. Ayrıca, on iki heceden oluşan
dize. |
|