EDEBİ SANATLAR

 

AKİS, AKROSTİŞ, CİNAS ,HÜSN-İ TÂLİL,ÎHÂM, İKTİBAS, İRSÂL-İ MESEL, İSTİÂRE, İSTİFHÂM, İŞTİKAK, KAT ‘, KİNÂYE ,       LEB DEĞMEZ, MECAZ VE MECÂZ-I MÜRSEL , MUAMMA-LÜGAZ, MÜBÂLAĞA, NİDÂ, RÜCÛ,  SEHL-İ MÜMTENÎ, SİHR-İ HALÂL, TECÂHÜL-İ ÂRİF, TELMÎH, TENÂSÜB, TEŞBÎH, TEŞHİS ve İNTAK, Tevriye, TEZÂD,

 

AKİS : Bir zekâ buluşu olan akis sanatı, bir mısraın ya da mısradaki kelimelerin yerlerini değiştirerek -tersinden okuyarak- aynı mânâyı veren ve birincisinin yansımasından ibaret olan yeni bir mısra yapmaktır. Zihinde cinasla aynı tesiri yapan bu sanat, güzel düzenlendiği takdirde sözün anlamını kuvvetlendirir. Bu sanat kelimelerin dizilişine göre ikiye ayrılır.  

   a- Tam Akis (Aks-i Tam) : Mısra ve cümledeki söz sırasını bir öncekinin tam tersi olarak düzenlemektir. Şair Nazîm’e ait aşağıdaki beyitler bu sanata güzel bir örnektir.

     Dîdem ruhunu gözler / gözler ruhunu dîdem

     Kıblem alalı kaşın / kaşın olalı kıblem

     Cennet gibidir rûyun / rûyun cennet gibidir

     Âdem doymaz sana / sana doymaz Âdem ( Yedi beyitlik bir gazeldir ve tamamı böyledir.) 

  b- Noksan Akis (Aks-i Nâkıs) : Akis sanatı yapılırken kelimelerin sırası değiştirildiği veya bazı ekleme ve çıkarmalar yapıldığı takdirde noksan akis meydana gelir.

     Cihânda âdem olan -gam olmaz

    Anunçün -gam olan âdem olmaz

                                                           Necâtî

 

    Eskiden vardım ben, şimdi hiçim ben

    Şimdi bir hiçim ben, eskiden vardım

                                                          Lütfi Bey

AKROSTİŞ : Mısraların baş harflerinin birleşmesi sonucu anlamlı bir kelime veya isim çıkacak şekilde şiir yazmaktır.

Divân edebiyatında teşvi, istihracub adlarıyla anılır. Eski Yunan ve Latin edebiyatlarında da vardır.

Nasıl ağlar hazan erince yapraklar

İntizar ile -mecâl sararıp düşerken

Hayâli kaplar ufku geçen yazın

Artık sâde hâtırası kalacaktır

Leylâklarda müteessir solan

 

 .

CİNAS : Yazılış ve söylenişleri -telaffuzları- aynı yada benzer fakat anlamları farklı olan iki kelimeyi şiirde bir arada kullanmak sanatıdır. Cinaslı kelimelerin bir ibârede (mırsa, beyit) kullanılmasına tecnîs denir. Cinas başarılı kullanıldığı takdirde güzel bir fikir oyunudur. ( Bu sanat kadîm edebiyatçılar tarafından neredeyse harfe kadar indirgenerek pek çok çeşitlere ayrılmıştır. Biz dersin çerçevesi gereği fazla detaya girmeyerek bu sanatı da ana hatları ile göreceğiz. Bu açıdan baktığımızda cinas şu gruplara ayrılır.)

A- Tam Cinas (Cinas-ı tam, Tecnîs-i tam) : Cinas yapılan kelimelerin dört yönden -ki buna vücûherbaa denir- uygun, aynı olması gerekir. 

      1- Cinası meydana getiren kelimelerin harflerinin,

      2- Harflerin sıralarının,

      3- Bu harflerin sayılarının,

      4- Bu harflerin ve harekelerinin aynı, uygun olması gerekir.

           Niçin kondun a bülbül

          Kapıdaki asmaya

          Be yârimden vazgeçmem

          Götürseler asmaya

Görüldüğü üzere hem yazılış, hem okunuş, hem harf sırası, hem sayı ve hem de hareke bu iki kelimede aynı.

Tam cinas; basit ve mürekkep (birleşik, karışık iki yada daha çok şeyden oluşmuş) olmak üzere ikiye ayrılır. 

   a- Basit Cinas : Bu tür cinaslar tek bir kelime ile yapılan cinaslardır. (Yani cinası oluşturan her iki kelime de tek bir parçadan oluşur. Yoksa sadece bir kelime ile cinas olmaz- en az iki kelime lazımdır.)

  

        Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç

        Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç

                                                         Yahya Kemâl

Geç : zaman bakımından

Geç : Geçmek fiilinden

 

          Eyleme vaktini zâyî deme kış yaz oku yaz

                                                       Sünbülzâde Vehbî

Yaz : mevsim

Yaz : yazmak fiili 

   b- Mürekkep (Bileşik, birleşik Cinas) : Cinaslı kelimelerden birisi iki kelimeden oluşmuşsa, bu tür bu tür tam cinaslara mürekkep cinas denir.

       

          Ey kimsesizler, el veriniz kimsesizlere

          Onlardır ancak el verecek kimse sizlere

                                                     Yahya Kemâl

 

          Zülfü sünbül haddi gül cânâneden düştüm cüdâ

          Kimse bilmez âh bir kim cânâ neden düştüm cüdâ

         Bir evde zen olsa düzen olmaz o evde

                                                          Keçecizâde Fuat Paşa 

   B- Yarı Cinas (Cinâs-ı gayr-ı tam) : Cinaslı kelimeler arasında tam cinasta belirttiğimiz dört yönden (vücûherbaa) herhangi bir uygunluk yok ise (harflerin yazılışının, sıralanışının, okunuşunun vs. aynı olması hususu) bu durumlarda yarı cinas meydana gelir ve vücûherbaadan her birinin olmayışına göre de adlar alır, gruplara ayrılır.

   1- Lâhik Cinas : Cinası oluşturan kelimelerde sadece bir harf bakımından uyumsuzluk-uygunsuzluk bulunan cinas türüdür.

       

         Sebâtı yok bu âlemin ana kim itimâd eder

         Ferah gelir terah gider terah gelir ferah gider

Terah : gam, keder, tasa

   2- Noksan Cinas (Cinâs-ı Nâkıs) : Cinas yapılan kelimelerde harflerin sayıları bakımından uyumsuzluk var ise noksan cinas meydana gelir. Bu tür cinaslar da harfin kelimenin başında, ortasında ve sonunda bulunmasına göre ayrı ayrı adlar alır. Biz genel bir iki örnek vereceğiz.

      

          Hâkimdi yerde ufka kadar uhrevî vakar

         Bir çeşme vardı her tarafından ziyâ akar

                                                    Yahya Kemâl

         Âni bir üzüntüyle rüyâdan uyandım

         Tekrar o alev gömleği giymiş gibi yandım

                                                       Yahya Kemâl 

   3- Muharref Cinas (Bozulmuş, Tahrif Olunmuş) : Eski harflerde Aynı şekilde yazılan fakat okunuşu (harekelenişi) uymayan, aynı olmayan kelimelerle yapılan cinas türüdür.

        Vasfverd-i rûyun olmuştur bana vird-i zebân (Gül yüzünü anlatmak benim dilimde dua olmuştur).

Verd : gül

Vird : dua

  

   4- Mükerrer Cinas (Cinâs-ı Mükerrer, Cinâs-ı Müzdeviç ): Tekrar edilen cinas anlamındadır. Bir kelimenin son hecelerini taşıyan başka bir kelimeyi oan cinas olacak şekilde kullanmaktır.

 

         Vâiz nihânî çekmiş o hînâ-geri geri

         Eyler gelüp dükâna büt-i berberî berî

         Çıksa ne dem kabâ- hevâ-gün ile o mâh

         Pür-nûr eder bu kubbe-i nîlüferi feri

                                                   Şeyh Gâlip

Vezin : Mefûlü/Fâilâtü/Mefâîlü/Fâilü

Hînâ-ger : şarkı söyleyen, hânende, sâzende

Nihânî : gizli, gizlice

Dükân : dükkan

Berî : uzak,

Kabâ : elbise, kaftan

Hevâ-gün : hava, gökyüzü renkli ; hevâ : arzu, istek

Dem : zaman, vakit

Fer : ışık

 

HÜSN-İ TÂLİL : Bir olayı, gerçek sebebi dışında, sanatçının muhayyilesinden (hayâl gücünden) uydurduğu güzel bir sebebe bağlama sanatına hüsn-i tâlil denir. Bu sanatın esasını, bir olayın gerçek sebebini söylemeyerek (gizleyerek), bu gerçek sebep yerine hayâlî ve şâirâne bir sebebi geçirmek teşkil eder. Ancak hüsn-i tâlil olabilmesi için şair, bu gösterdiği sebebe kendisi de inanmış olmalı ve herhangi bir şüphe izine, ifadesine rastlanmamalıdır.

         

         Fevvâre ka’r-ı havza düşer şerm-sâr olup

         Baktıkça gülistânda hırâmân olan sana

Fevvâre : fıskiye

Şerm : utanma

Şerm-sâr : utangaç

(Fıskiye, gül bahçesinde gezinmekte olan sana baktıkça, utanarak havuzun derinliklerine düşer.) Şair burada, fıskiyeden fışkıran suyun havuzun derinliklerine düşmesine sebep olarak bahçede gezinen güzelden utanmasını gösteriyor. Yani, gerçek sebep olan yerçekiminin yerine, hayâlî ve şâirâne bir sebep olarak utanmayı gösteriyor.

 

        Hâk-i pâyine yitem dir ömrlerdür muttasıl

        Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su

                                      Fuzûlî (Su Kasîdesi’nden)

(Su, senin (Hz. Peygamberin) ayağını bastığın torağa yetişmek için hiç urmadan ömür boyu başını taştan taşa vurarak gezmektedir.) Burada, suyun ­özellikle nehir sularının- coşku içinde taşlara çarpa çarpa akışı hususu farklı ve güzel bir sebeple anlatılmıştır.

 

        Bâğa, sen serv-i revânı bir kadem bassın diyü

        Hayli döküldü, saçıldı yoluna berk-i hâzan

                                                             Bâkî

(Sonbaharın gelişi tabîî bir olaydan güzel bir sebebe bağlanmıştır.)

  

        Renk aldı özge âteşimizde, şarâb u gül

        Peymâne söylerim bunu, gülzâr söylesin

                                                 Yahya Kemâl

(Bu örnekte de şair, şarap ve gülün kırmızı rengini, kendi içindeki ateşten aldığını söyleyerek gerçek sebebi yok sayıyor ve yerine şâirâne ve hayâlî bir sebebe koyuyor.)

 

   Şibh-i Hüsn-i Tâlil (hüsn-i tâlil benzeri, hüsn-i tâlil gibi) : Hüsn-i tâlil sanatı daima kesinlik taşır. Yani gerçek sebebin yerine geçirilen hayâlî sebep şüphe edilmeden söylenir. Bir diğer ifadeyle şair getirdiği (söylediği) hayâlî sebebe gerçekten inanmış olmalıdır. Şair, ortaya koyduğu hayâlî sebepten şüphe duyuyorsa, bu durumda tam bir hüsn-i tâlil olmaz, onun yerine hüsn-i tâlîl benzeri demek olan “şibh-i hüsn-i tâlîl” meydana gelmiş olur. (Şibh : benzeme, benzeyiş, benzer). Bu sanatı ele veren sanatların başında şüphe ve soru bildiren edat, kelime ve kelime gruplarının bulunması gelir. Acep, ve benzeri, meğer, sanki, galiba vb.

 

        Müzeyyen oldu, reyâhîn bezendi bâğ-ı çemen

          Meğer ki bâğa haber geldi yârdan bu gece

                                                           Ahmedî

Reyâhin : reyhânlar, fesleğenler

Hüsn-i tâlil var: Baharın gelmesine sebep yârdan haber gelmesi ve bu sebeple bağın süslenmesi, yâre hazırlanması. Ancak bu şâirâne sebepte bir şüphe, tereddüt vardır. Dolayısıyla şibh-i hüsn-i tâlil var.

       Sâkin ü sâkit olan her zerresinde yok hayât

         Gâlibâ hâmûş u mevt olmuş bu yerde kâinât

Sâkit : sessiz, susmuş

Sâkin : sessiz; iskân etmiş olan, oturan

(Bir kış tasviri söz konusu. Şâirâne bir sebep var ancak bu sebepte bir tereddüt var.)

 

Ateşten kızaran bir gül arar da

Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi

 

Ey sevgili sen bu ilden gideli

Yaprak döktü ağaçlar, coştu gökyüzü

 

Tarihini aksettirebilsin diye çehren

Kaç Fatih’in altın kanı mermerle karışmış

 

ÎHÂM (Îyhâm) : İki ya da ikiden fazla anlamı olan bir kelimeyi bir mısra ya da beyit içinde bütün anlamlarını kastederek kullanma sanatıdır. Ancak bu yaparken beytin genel anlamıyla, kelimenin çeşitli anlamları arasında yakın bir ilgi kurmak gerekir.

Îhâmın kelime anlamı vehme, şüpheye, kuruntuya, tereddüde düşürmektir. Yani şair kelimeyi öyle kullanır ki okuyucu o kelimenin bütün anlamlarıyla şiiri anlayabilir, anlamlandırabilir. Dolayısıyla; okuyan, şair bu kelimeyi acaba hangi anlamda kullandı diye tereddütte kalabilir yada her okuyucu o kelimeyi (îhâm yapılan kelimeyi) şairin kendi anladığı anlamda kullandığını vehmeder, düşünür.

 

         Her gelen rind kanar zevke bu mecliste Kemâl

           Cânib-i rahmete son çektiği sâğarla döner

                                                                      Yahya Kemâl

Sâğar : kadeh

Beyitte geçen “kanar” kelimesinde îhâm sanatı vardır. Zira kelimenin aldanmak ve doymak, kanmak şeklinde iki anlamı vardır ve beyit bu iki anlamın hangisiyle açıklanırsa açıklansın anlamlı olur.

“Kanar” kelimesini “aldanmak” anlamında alırsak beytin anlamı şu şekilde okur : “Kemâli, her gelen rind bu mecliste zevke aldanır ve rahmet tarafına, son çektiği kadehle döner.”

“Kanar” kelimesini “kanmak ve doymak” anlamında aldığımızda ise beytin anlamı şu şekilde olur : “Kemâl, her gelen rind bu mecliste zevke doyar, kanar (ve) rahmet canibine son çektiği kadehle döner.”

 

         Her ne dem lutf eyleyüp bezmi müşerref eylesen

           Ehl-i bezm ayağına yüz sürmeğe âmâdedir.

Bu beyitte îhâm sanatı “ayak” kelimesi ile yapılmıştır. Ayak, hem bacağın “bilekten sonraki kısmı” hem de “kadeh” anlamındadır. Bu iki anlam da beytin genel anlamıyla uyumludur.

Ayak kelimesini “bacağın bilekten sonraki kısmı” anlamında alırsak beytin anlamı şu şekilde olur : “(Ey sevgili) Ne zaman lutf edip içki meclisine şeref versen, oradakiler senin ayağını öperek saygı göstermek için (ayaklarına kapanmak için) (hazır) beklemektedirler.” (Kelimeyi bu anlamda aldığımızda hitap sâkiyedir. Zirâ ayak sâkiye ait bir organdır.)

Ayak kelimesini “kadeh” anlamında aldığımızda ise beytin anlamı şu şekilde olur: “Ne zaman lutf edip içki meclisine şeref versen oradakiler senin getirdiğin kadehe ?? senin içinde bulunduğun kadehe yüzlerini sürmek için hazır beklemektedirler.” (burada kelime kadeh anlamında alındığı için hitap hem sakiye hem de kişileştirme (teşbîh) yoluyla şarabadır.)

 

         Taştîrimiz bu râyede az çok bahâ bulur

           Bâkî kalır sahîfe-i âlemde âdımız

                                                                Bâkî

Bâkî : Şair Bâkî; sonsuz, ebedî

taştîr : Besleme; bir başka şaire ait bir gazelin her beytinin arasına aynı vezin ve kafiye üçer mısra eklemek.

 

BAZI NOTLAR :

Îhâm sanatını, kendisi ile benzerlikler gösteren tevriye ve kinâye sanatları ile karıştırmamak gerekir.

 Îhâm sanatında kelimenin gerçek anlamları üzerinde durulur ve beyitte ikisi de anlamlıdır. Tevriye sanatında iki gerçek anlamlı ama uzak anlam kastedilir.

Tevriye sanatı da îhâm sanatı gibi kelimenin iki gerçek anlamı üzerine kurulur ancak tevriyede kelimenin uzak, dolaylı anlamı kastedilir. Îhâmda ise anlamların ikisi de yakın anlamlıdır ve şiire, beyte uyar.

Îhâmı kinâyeyle de karıştırmamak gerekir. Çünkü kinâyede kelimenin birkaç gerçek alamı değil, gerçek ve mecazlı anlamı bir arada kullanılır ve özellikle mecazlı anlamı kastedilir.

Îhâm-ı Tenâsüb : Birkaç anlamı olan bir kelimenin dize yada beyit içinde kastedilmiş yada vehmedilmiş -ki buna diğer başka bir kelimeyle işaret vardır- söylenmemiş anlamıyla, öteki kimi kelimeler arasında anlam ilgisi kurmaktadır. Bu sanat adından ve tanımından da anlaşılacağı gibi îhâm ile tenâsüp sanatının birleşmesiyle olur.

        

        Mihr solmazsın bana rahm eylemezsin bunca kim

        Sâye tek sevdâ- zülfün pây-mâl eyler beni

                                                                                Fuzûlî

 Beyitte “mihr” kelimesinin sevgi anlamı beytin genel anlamıyla ilgilidir. Zirâ sâye-i zülfün derken senin saçının gölgesi şeklinde sevgili muhataptır. Fakat “mihr”in bir de güneş anlamı vardır ve kastedilmemiştir. Sâye (gölge) sözcüğüyle de “mihr”in güneş anlamının ilgili olması îhâm-ı tenâsüb sanatını doğurur

 

İKTİBAS : Nazım ve nesirde ifadeye denk düşürerek Ayet ve Hadis kullanmaya iktibas denir. Kullanılış yönüyle “İrsal-i Mesel” ve “Tazmin”e benzer. Aralarındaki fark, kullanılan söz­lerin değişik olmasıdır. Ayet ve Hadis kullanma sözün anlamını güç1endirir.İleri sürülen sözlerin doğrulunu kabul ettirmek için Ayet ve Hadis örnek gösterilir.

          “Leyse Iil-insan-ı se┠derken Hüda;

            Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha;

                                                                           Mehmet Akif Ersoy

  Meskenet : miskinlik, fakirlik, beceriksizlik

  “Leyse lil-insan-ı illa se┠sözü ayettir. ve anlamı: İnsan istediği şeyi çalışmakla elde eder.

 

          Nehy-i  ma'ruf emr-i münker”dir gezen meydanda bak

           En metin ahlâkımız, yahut, görüp aldırmamak.

                                                                           Mehmet Akif Ersoy

  “Nehy-i ma'ruf emr-i münker” ayetinin anlamı şöyledir: “İyiliği yasak ederek, kötülüğü emretme.

 

          Erişdi canib-i Hak’dan kulağıma nâgâh

             Nidâ-ı “Eşhedu en-lâilâhe illallah”

                                                                          Aşıkî

  “Eşhedu en-lâilâhe illallah” ayettir ve anlamı şöyledir: Şahitlik ederim ki Allah’tan başka başka İlah yoktur. 

 

İRSÂL-İ MESEL ( Örnek, misal getirme) : Yazılı ve sözlü anlatımda bilhassa şiirde ifade edilen düşünceyi ispat etmek, pekiştirmek yada daha etkili kılmak maksadıyla meşhur bir sözü yada vecizeyi söyleme, kullanma sanatıdır. Bu sanat özellikle muhatabı ikna etmek maksadıyla yapılır ve kullanılan atasözü ve vecizeler Türkçe’nin yanı sıra Farsça veya Arapça da olabilir.

 

          Kirpikleri uzundur yârin hayâle sığmaz

          Meşhur bir meldir “Mızrak çuvala sığmaz”

                                                                          Hevâî

mesel : Örnek, benzer, numune; anlamlı ve dokunaklı etkili söz; ahlâka yararlı hikâye

darb-ı mesel : Atasözü

Sevgilini kirpikleri öyle uzundur ki hayâle bile sığma hâyâl dahi edilemez. Meşhur bir atasözü dür ; Mızrak çuvala sığmaz.

 

          Ey güzellik göğüne hurşid olan yakma bizi

          Yerde kalmaz çün bilirsin dûdâhı kimsenin

                                                                                 Necâtî

dûd-ı âh : Ah dumanı

hûşîd : Güneş

Ey güzellik göğüne güneş olan sevgili, bizi yakma zirâ bilirsin ki kimsenin âhı yerde kalmaz.

 

           Geldimse ne var ben şuarâ bezmine âhir

           Âdet budur “âhirde gelir bezme ekâbîr.”

                                                           Nev’î

ekâbir : Büyükler, ulular

şuarâ : Şairler

bezm : meclis

Ben şairler meclisine en son geldim ise bunda şaşılacak ne var? Meclise büyüklerin en son gelmesi âdettir, âdettendir.

 

İSTİÂRE : hayırlı olmayı arzu etme. Sözlük anlamı; ödünç alma, birisinden borç bir şey alma; edebiyatta ise bir kelimenin anlamını muvakkaten (geçici olarak) başka bir kelime hakkında kullanmadır.

Benzetme ögeleri olan benzeyen (müşebbeh, teşbîh edilen, benzetilen) ile kendisine benzetilenden (müşebbehün-bih, benzetmelik) birinin söylenmemesiyle yapılan benzetmedir. Bir diğer tanıma göre istiâre; bir şeyi kendi adının dışında, çeşitli yönlerden benzediği başka bir şeyin adıyla anmadır. Bu yönüyle istiâre hem bir mecaz, hem de bir benzetme sanatıdır.

İstiârenin bu iki yönlü özelliğine göre, bir istiârede şu üç niteliğin bulunması gerekir :

  1- İlgili kelimenin (istiâre yapılacak kelimenin) gerçek anlamının dışında herhangi bir kavram yad nesneye ad olması (mecazî anlamında kullanılması).

   2- İlgili kelimenin kendi gerçek anlamında kullanılmasının imkânsız olması (ki buna karine-i mânia : engelleyici ipucu denir).

   3- İlgili kelimenin benzetme -teşbîh- amacının bulunması gerekir).

Nitelik bakımından zayıf olan bir varlığı veya şeyi daha kuvvetli göstermek amacıyla yapılan bir benzetme olan istiârenin yine bu amaca yönelik olan teşbîh sanatından farkı ise benzetme ögelerinden benzeyen ve kendisine benzetilenden sadece biri ile yapılmasıdır ve istiâre bu ögelerden hangisi ile yapılmış ise ona göre isimler alır, çeşitlere ayrılır.

   1- Açık İstiâre (İstiâre-i Musarraha) : Benzetme ögelerinden kendisine benzetilenin (mişebbehün-bih’in) söylenmesiyle-kullanılmasıyla yapılan istiâredir ve bu tür istiârelerde benzeyen (müşebbeh-benzetilen, teşbih edilen) söylenmez-kullanılmaz.

 

         O dehâ öyle toplamış ki bizi

         Yedi yüz yıl süren hikâyemizi

                                            Yahyâ Kemâl

Bu beyitte şair, Osmanlı tarihini yedi yüz yıl süren bir hikâyeye benzetmiştir.

   1- Benzeyen-Benzetilen : Osmanlı tarihi (yok) 

   2- Kendisine benzetilen : Yedi yüz yıl süren hikâye (var)

 

         Bu mücevherde fakat

         Vatanın en gerçek

         En sevilmiş ve gezilmiş yeri var.

                                      Yahyâ Kemâl

Bu mısraların alındığı Fenerbahçe adlı şiirin bütününde Yahyâ Kemâl, bu semti tasvir eder ve Fenerbahçe semtini bir mücevhere benzetir.

   1- Benzeyen : Fenerbahçe (yok) 

   2- Kendisine benzetilen : Mücevher (var)

 

         Her sabah başka bahâr olsa da ben uslandım

         Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım

                                                                         Yahyâ Kemâl     

Bu mısralarda, beytin yada şiirin bütününden de anlaşılacağı gibi sevgili güle benzetilmiştir. Hatırlanacağı üzere, gülzârla gülşenler, gülistânlar, gül bahçeleri divân şiirinde sevgili olan gülün ve onun âşığı olan bülbülün tabîî ve vazgeçilmez mekânlarıdır. Dolayısıyla gül bahçeleri âşıkların uğrak yerleridir. Şair bir bahçede (gezinti yerinde) gördüğü ve âşık olduğu sevgiliden (gülden) çok çektiğini, uğrunda çok yanıp-yakıldığını bu yüzden de artık onun mekânı olan bahçelerin semtine dahi uğramak istemediğini ifade ediyor.

   1- Benzeyen : sevgili (yok) 

   2- Kendine benzetilen : gül (var)

 

   2- Kapalı İstiâre (İstiâre-i Mekniyye) : Benzetme ögelerinden benzeyenin (müşebbehin-benzetilenin) söylenmesiyle-kullanılmasıyla yapılan istiâredir ve bu tür istiârede kendisine benzetilen (müşebbehün-bih) söylenmez-kullanılmaz.

 

        Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler

        Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan

                                                                        Bâkî

Eşcâr-ı bâğ : bağın ağaçları

Hırka-i tecrîd : maddî olan her şeyden soyunma, arınam, el-ayak çekme: Hz. Allah’a yönelma hırkası

Bâd-ı hazân : hazan rüzgârı

Çenâr : Çınar

“Bağın ağaçlar bağdaki ağaçlar tecrid hırkası giydiler ve hazan rüzgârı da çemende (gülşende) çınardan el aldı.”

Beytin birinci mısraında, bağın ağaçları kişileştirilerek (teşbîh sanatı) tecrid hırkası giyen dervişlere benzetilmiştir. Bu benzetmeyi hem tecrid hırkası gibi dervişlere ait olan bir tasavvufî unsurdan hem de ikinci mısrada da karşımıza çıkan el almak vb. gibi diğer tasavvufî terimlerden anlıyoruz. 

   1- Benzeyen : ağaçlar -eşcâr-ı bâğ- (var) 

   2- Kendisine benzetilen : derviş-ler (yok)

Tecrid hırkasına girmek, el almak, tasavvufî terimlerdir. El almak; bir pîre, şeyhe intisâp etmek, icâzet, halîfelik almak vb. manalarındadır. İkinci mısrada bâd-ı hazân, bir müride, dervişe; çenâr da kendisinden el alınan bir pîre-şeyhe benzetilmiştir.

   1- Benzetilen : bâd-ı hazân (var) 

   2- Kendisine benzetilen : derviş (yok)

 

        Gök, nûra gark olur nice yüz bin minâreden

        Şeh-bâl açınca ruh-ı revân-ı Muhammedî

                                                               Yahyâ Kemâl 

Şeh-bâl : kuş kanadının uzun tüyü; kanat

Ruh-ı revân : yürüyen, canlı ruh

Gark olmak : batmak

“Hz. Peygamber’ in yürüyen ruhu (kelime-i tevhîdîn özü, kelime-i tevhîd kelimeleri / ezân-ı şerif- ki Hz. Peygamber’ in yürüyen Kur’an olduğu da hatırlanmalı) yüz binlerce minârede kanat açınca, kanatlanınca gökyüzü nûra, aydınlığa boğuldu.”

   1- Benzeyen : Hz. Peygamber’ in rûhu, ezan (var) 

   2- Kendisine benzetilen : kuş (yok)

Kuş kelimesini, mânâsını ele veren ifade şeh-bâl açmak, kanat açmak, kanatlanmak, uçmaktır.

   

   3- Temsilî İstiâre (İstiâre-i Temsiliyye, Yaygın İstiâre) : Benzetme ögelerinden biriyle (daha çok kendisine benzetilen ögesiyle yani, açık istiâre şeklinde çok sayıda benzerlikleri sıralayarak yapılan istiâre çeşididir. Bu tür istiârelerde benzetme çok yünlüdür. Yani kullanılan benzetme ögesinin (benzeyenin yada kendisine benzetilenin) muhtelif özellikleri ayrıntılı olarak verilir., pek çok özellik kullanılan ilgili ögeye temsil ettirilerek sıralanır.

Bu istiâre çeşidi bir bakıma sembolik şiire benzetilebilir. Ancak onun kadar karmaşık değildir. Ayrıca istiârede söylenmeyen öge (benzeyen yada benzetilenden biri) şiirin bütününden hareketle ve sıralanan özellikler yardımıyla okuyucu tarafından bulunabilir.

 

          Bin gemle bağlanan yağız at şâha kalkıyor

          Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor

          Son mâcerâyı dinlememiş varsa anlatın

          Râm etmek isteyenler o mağrûr asil atın

          Beyhûdedir, her uzvuna bir halka bulsa da

          Boştur köpüklü ağzına gemler vurulsa da

          Coştukça böyle sel gibi bağrında hisleri

          Bir gün başında kalmayacaktır seyisleri

          Son şanlı mâcerâsını tarihe anlatın

          Zincir içinde bağlı duran kahraman atın

          Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor

          Asrın baş eğdi sandığı at şâha kalkıyor

                                           Faruk Nafiz Camlıbel

Bu şiirde ata birtakım özellikler, vasıflar yüklenerek anlatılan Türk milletidir. Yani, Türk milleti pek çok özelliği olan bir ata benzetilmiş ve aslında Türk milletine ait olan vasıflar atta temsil ettirilmiştir.

   1- Benzeyen : Türk milleti (yok)

   2- Kendisine benzetilen : at (var)

Şiirde tasvir edilen at, Türk milletini temsil ve sembolize etmektedir. Bu şiirde atın çeşitli özellikleriyle Türk milletinin özellikleri arasında bağ-benzerlik kurulmuştur. Benzeyen-benzetilen Türk milletinin adı zikredilmeden, kendisine benzetilen at, temsilî olarak, özelliklerinin anlatılması sonucu temsilî istiâre meydana getirilmiştir.

Atın özellikleri; bir gemle bağlı, mağrur, asil, ağzı köpüklü, gem vurulmaz, bağrında hisleri sel gibi coşkulu, zincirle bağlı, başı gittikçe Allah’a yükseliyor, onun dinine bağlı, şaha kalkmış.

 

                              SESSİZ GEMİ

         Artık demir almak günü gelmişse zamandan

         Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan

         Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol

         Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol

         Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli

         Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli

         Bîçâre gönüller ! Ne giden son gemidir bu

         Hicrânlı hayatın ne de son mâtemidir bu

         Dünyâda sevilmiş ve seven nafile bekler

         Bilmeze ki giden sevgililer dinmeyecekler

         Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden

         Birçok seneler geçti dönene yok seferinden

                                                                    Yahyâ Kemâl

Şiirin bütününde bir yolculuktan, bu yolculuğun yapıldığı vasıtadan, o vasıtada bulunan yolcudan ve yolcuyu uğurlayanların hallerinden bilinenin dışında tespit ve ifadelerler bahsedilir. Yani her unsuruyla bu yolculuk bilinenden farklı bir yolculuktur.

Bu yolculukta kullanılan, vasıta olan gemi (tabut), meçhûle, tam manasıyla bilinmeyen bir istikamete gitmektedir. Diğer gemilerin aksine hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce yol almaktadır ve onun kalkışı esnasında da diğer gemilerin uğurlanışında yaşanan coşku, heyecan ve sevinç gösterileri (el ve mendil sallamak, çiçek atmak vb.) yaşanmaz. Üstelik rıhtımda kalanlar da bir hayli elemlidir. Bu elem, her yolcu uğurlandığında normal olarak yaşanan ayrılmanın erken çöken özleminden duyulan acıdan ve gideceği yere sağ-salim ulaşacak mı endişesinden çok farklıdır. Ayrıca bu elemde artık bir şey yapılamayacağı gerçeğinin acısı ve çaresizlikle karışık yıkımı vardır. Bu sebepledir ki geride kalanlar, bilhassa o yolcunun yakınları, sevenleri yaşlı gözlerle günlerce siyah ufka bakar durular (acaba bir gün döner mi diye nâfile beklerler). Halbuki o çaresiz, acı içindeki gönüller bilmezler ki ne bu giden son gemidir, ne de bu yaşanan matem son matemdir. Bir değişmez gerçektir ki bu yolculuğa çıkan sevgililer ebediyen denmeyecekler ve vuslat (kavuşma) bir başka bahâra (mevsime, hâle, âleme, âhirete) kalacaktır. Galiba birçok giden, yerinden memnun ki pek çok seneler geçmiş olmasına rağmen çıktığı yolculuktan tek bir dönen dahi yoktur.

Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere bu yolculuk bilinen yolculuklardan farklı olup, bir âhiret yolculuğudur. Rûhun öte âleme göçü, bir seyahate, yolculuğa benzetilmiştir. Bu yolculuğun yapıldığı vasıta olan tabut, bir gemiye, içindeki mevta ise bir yolcuya benzetilmiştir. Bu geminin ayrıldığı rıhtım bir câmi avlusu –ki bir cenâze merasimi esnasında câmi avluları da tıpkı yolcu uğurlanan rıhtımlar gibi kalabalıktır- hatta genel anlamda ayrılmak zorunda kaldığı dünyadır. Geminin kalktığı liman musalla taşıdır. Şiirin bütününde bir gemi yolculuğu manzarası ile tasvir edilen aslında bir cenaze töreninin temsilidir. Gemi, bildirilen pek çok özelliğiyle (meçhûle gidiyor, kalkışı, yolcusu, uğurlayanları vs. farklıdır) tabutu temsil etmektedir. Benzeyen öge; tabut yok, kendisine benzetilen öge; gemi vardır. Burada bir açık istiâre de söz konusudur. Hatırlanacağı üzere temsîlî istiâreler genellikle açık istiâreler şeklinde yapılmaktadır. (Temsîlî istiâre olduğunu benzetilene atfedilen –gemiye- özelliklerden anlıyoruz.)

 

İSTİFHÂM : Anlatım daha etkili olsun diye sözü soru şeklinde düzenlemeye istifhâm denir. Soru şeklinde düzenlenen ifadelere cevap aranmaz. Sorunun cevabı yine kendisidir. Sözü soru şeklinde yapmadan maksat muhatabın konuya dikkatini daha çok çekmektir.

         Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?

          Felekler yandı âhından murâdım şem’i yanmaz mı?

 

          Kamu bîmârına cânan devâ- derd eder ihsân

          Niçin kılmaz bana derman beni bîmâr sanmaz mı

 

          Gamım pinhan ederdim ben dediler yâre kıl rûşen

          Desem ol bîvefa bilmem inanır mı inanmaz mı?

 

           Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryârnım

          Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı?

 

          Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlı akar su

          Habîbım fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı?

 

          Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zail

          Bana ta'neylesen gâfil seni görgeç utanmız mı?

 

          Fuzûlî rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvadır

          Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?

                     Fuzûlî

 

          Noldun inlersin felek hercaî canânın mı var

          Her mekânı seyreder bir mah-ı tâbânın mı var?

 

          Benzini ey bûstan fasl-ı hazan mı etti zerd

         Yoksa başı taşra bir serv-i hırâmanın mı var?

 

          “Yoluna cânâ revan etsem gerek canım” dedim

          Yüzüme bir hışm ile bakıp dedi “Canın mı var?”

 

         Züf-i dilber gibi ey Zâti perişansın yine

         Cevr-i -had yoksa bir yâr-ı perişânın mı var?

                                                                   Zâtî

 

Hani Yunus Emre ki kıyında geziyordu?

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin cömert Nil yeşil Tuna?

Giden şanlı akıncı, ne gün gider yurduna?

 

İŞTİKAK : Aynı kökten türemiş kelimeleri bir arada kullanmaya iştikak denir. Daha çok eski edebiyatta kullanılan bir ses-söz oyunudur. Aynı kökten türetilen kelimelerde ortak sesler bulunur. Bu seslerin tekrarı söze ahenk sağlar. Eş anlamlı kelimelerin bir arada kullanılması iştikak sanatını yapmaz.

 

          Yeyenim, Darülfünunun tekmil fünunu ile mütefennin olurken, ben darülcünunun tekmil cünuni ile mütecennin oldum.

 

  “Darülfünûn, fünûn, mütefennin” kelimeleri “fenn” kökünden; “darülcünûn, mütecennin” kelimeleri de “cünûn” kökünden türetilmiştir.

 

         Zulmü alkışlıyamam zâlimi asla sevemem

          Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem

                                                                   Mehmet Akif Ersoy

     “Zâlim” kelimesi “zulm” kökünden türetilmiştir.

          Fâzıl-u Fâzıl-ı merhûmdan eftaldir kim

          Dâimâ etmededir fazl-u fazilet i’lân

                                                                   Şinasi

     “Fâzıl, fâzilet” kelimeleri “fazl” kökünden türetilmiştir

 

KAT ‘ (Kesme, kesilme, sona erdirme, bitirme) : Sözü, etkisini arttırmak amacıyla, arkası kendiliğinden anlaşılacağı ve susmanın söylemekten daha tesirli olacağı bir noktada kesmektir. Bir diğer ifadeyle şair, sözünün etkisini arttırmak ve sonucunu okuyucunun canlandırma ve değerlendirmesine bırakmak amacıyla mısra yada cümleyi keser ve böylece kat ‘ sanatı meydana gelmiş olur. Bu sanat şiirden daha çok nesirde (düzyazı) kullanılır.

 

         Ey mâder-i hicrân-zede ! ey hem-ser-i muğber

         Ey kimsesiz âvâre çocuklar !.. Hele sizler

        Hele sizler...

                                                  Tevfik Fikret

Mâder-i hicrân-zede : hicramlı, hicrâna uğramış anne / mader : anne

Hem-ser-i muğber : gücenmiş, küskün, kırgın arkadaş

Âvâre : başıboş, serseri

Muğber : tozlu (gubardan); gücenmiş

“Ey acılı, kederli anne; ey küskün arkadaş. Ey kimsesiz, başıboş çocuklar. Hele sizler... hele sizler...”

Şair bu mısralarda, çeşitli şart ve sıkıntılar içinde çaresiz kalmış acılı -kırgın- küskün anneleri ve annelerinden, yuvalarından çok çeşitli şart ve sebeplerle ayrı kalmış, koparılmış ve sokaklarda başıboş, kimsesiz kalmış çocukların hâlini tasvire ve okuyucuların dikkatini bu sosyal yaraya çekmeye çalışıyor. Ancak bu tablonun devamı olacak şekilde ve bilhassa başıboş çocuklar hakkında daha çok söylenecek söz var iken şair, sözünü tam olarak bitirmiyor ve okuyucu üzerindeki etkiyi arttırmak maksadıyla tam yerinde kesiyor. Belki de bu son sözlerle birlikte şairin boğazına bir şeyler düğümleniyor, belki de tam bu noktada söz bitiyor. Hangi sebeple olursa olsun şair bu tavrıyla âdetâ okuyucuyu vicdanıyla başbaşa bırakıyor ve ona bir nevi daha derin düşünme ve yorum imkânı veriyor.

 

        Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok,

        Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok

        Yok... Yok...

                                           Faruk Nafiz Çamlıbel

Bezm : meclis

“Öyle bir yer ki orada sevenlerden de, sevilenlerden de hiçbir iz, eser yok (kalmamış). Meclislerinde kadeh kırdığımız, şen-şakrak deliler gibi eğlendiğimiz sevgililer de yok. Yok... Yok...”

Şair, bu örnekte “yok... yok...” kelimeleriyle mısraı keserek, “sevgililerden yoksun bulunduğunun, yalnızlığının, ezikliğinin ve hüznünün duyulmasını” okuyucuların değerlendirmesine bırakarak kat ‘ sanatı yapmaktadır.

 

KİNÂYE : Gerçek ve mecâzî anlamları olan bir sözü, tamlamayı, kelime grubu veya ibareyi mecâzî anlamını kastederek kullanma sanatına kinâye denir. Tanımından da anlaşılacağı üzere kinâyeli bir şekilde kullanılan bir söz yada ibarenin bir gerçek, bir de mecâzî olmak üzere iki anlamı söz konusudur. Sözü her iki anlamında değerlendirmek de ifade açısından uygun olabilir. Ancak kinâye sanatının meydana gelebilmesi için mecâzî anlamın kastedilmiş olması gerekir. Zira kinâye, sözün gerçek anlamını anarken mecâzî anlamını kastetme sanatıdır.

Kinâye, açıkça söylenmesi uygun olmayan duyguları, alay, hakaret gibi maksatlar taşıyan sözleri söylemeye yarayan bir sanattır. Ancak kinâye, sadece bu maksatlarla kullanılan bir sanat olmayıp anlatıma genişlik, rahatlık ve zenginlik katmak için de kullanılır.

Kinâyeli kullanışa son derece müsait olan dilimizde deyimlerin pek çoğu kinâyeli kullanılır. Meselâ; Açıkgöz. Bu deyimin gerçek anlamı gözün fizikî olarak açık olmasıdır. Mecâzî, dolayısıyla da kastedilen anlamı ise uyanıklıktır. Birisine açıkgöz dendiğinde onun çok uyanlık biri olduğu vurgulanır.

Kinâyeyi, başta mecaz-ı mürsel olmak üzere iki anlamı olan benzer sanatlarla karıştırmamak gerekir. Kinâyeyi mecaz-ı mürselden ayıran en önemli farklar:

   1- Kinâyede mecâzî anlam kastedilir.

   2- Mecaz-ı mürselde sözün gerçek anlamında kullanılması mümkün değildir.

Oysa kinâyede mecbur kalınırsa gerçek anlam da kullanılabilir. Bu da bir ifade zenginliği kazandırır. Meselâ muhatabınız yaptığınız kinâyeden rahatsız olur ise ve tepki gösterirse âdeta aralık duran bir kapıya benzeyen gerçek anlamı devreye sokarak işin içinden sıyrılmanız mümkün olabilir. Kinâyeyi yine iki anlamı olan îham sanatıyla karıştırmamak gerekir. Zira îhamda, kelimenin tüm anlamları da gerçek anlamda kullanılır. Mecâzî anlam söz konusu değildir.

Kinâyenin iki anlama gelen bir kelimenin uzak anlamını kastetme sanatı demek olan tevriyeden farkı ise, tevriyede kastedilen uzak anlamın mecâzî değil gerçek anlamda kullanıldığıdır.

 

         Ben toprak oldum yoluna

         Sen aşurı gözetirsin (Sen öteleri gözetirsin/ Deniz aşırı, deniz ötesi vb)

         Şu karşuma göğüs geren

         Taş bağırlı dağlar mısın?

                                          Yunus Emre

Bu örnekte Kinâye “taş bağırlı dağlar” mısın sözündedir.

   1- Gerçek anlamı : Dağ yamaçlarının taştan olmasıdır.

   2- Mecâzî anlam : Duygusuz, hissiz ve katı kalpli vb.

Şair, sevgilisinin ilgisizliği karşısında “taş bağırlı dağlar mısın?” sözünü duygusuz, kalpsiz vb. mecâzî anlamında kullanmıştır.

 

          Ey benim sarı tanburam

          Sen ne için inilersin

          İçim oyuk derdim büyük

          Ben anınçün inilerim

                                      Pir Sultan Abdal

Burada kinâye “içim oyuk” sözündedir.

   1. Gerçek anlamı : Tanburanın içi fizikî olarak gerçekten oyuktur ve bu oyuk tanburanın kendine has sesini çıkartmada rol oynayabilir.

   2. Mecâzî anlamı : Üzüntülüyüm, dertliyim, içim kan ağlıyor vb.

Yani şair; üzüntülü olduğum içim kan ağladığı ve derdim de büyük olduğu için acı içinde kıvranmakta bu yüzden inlemekteyim.

Şairin anlatmak istediği bu hâlî olduğu için sözü kullanma maksadı mecâzîdir. Yoksa tek ve önemli derdi, isteği sadece tanburanın fizikî olarak içinin oyuk olduğu değildir. Zaten sırf bu anlamı ile kullanımdan sonra da söz konusu olamaz.

 

          Muhtâç isen füyûzuna eslâf pendinin

          Diz çök önünde şimdi Emîsî Efendi’ nin

                                                             Yahyâ Kemâl

Füyûz : feyizler

Eslâf pendi : seleflerin, daha öncekilerin nasihatları

Ali Emîrî Efendi : Fatih Millet Kütüphânesi kurucusu.

Bu örnekte kinâye “diz çökmek” tedir.

   1- Gerçek anlamı : diz çöküp oturmak

   2- Mecâzî anlamı : ders alamak

Klasik eğitim sisteminde hocanın önünde diz çökülürdü. Rahle-i tedrisinden geçmek vb. deyimler gerçek anlamında da kullanıldığında ifade bakımından mahsur yoktur lakin kastedilen mecâzî mânâdır.

 

          Gönlüm gibi ey nâme gidip yârda kaldın

          Baş üzere yerin var ham-ı destârda kaldın

                                                                     Nâilî-i Kadim

Nâme : mektup

Ham-ı destâr : sarığın kıvrımı

Bu örnekte kinâye “baş üzere yerin var” dadır.

“Ey mektup gönlüm gibi gidip (sen de) yârada, sevgilide kaldın. Başımın üzerinde yerin vardı, sen ise sarığın kıvrımlarında kaldın.”

Bie eski an’ane : Mektup, çiçek vb. şeylerin sarığın kıvrımlarına takılması.

   1- Gerçek anlam : Mektubun gerçekten, fizikî olarak başın üzerinde olması

   2- Mânen çok kıymet, değer ve önem verme.

Yani şair, mecâzî anlamı kastederek sevgiliye yazılan yada oradan gelen mektubun mânen apayrı bir önem ve değerinin bulunduğunu ifadeye çalışıyor.

 

LEB DEĞMEZ : Söylenirken dudakların birbirine değdiği B, P, F, V, M gibi dudak ünsüzlerinin bulunmadığı şiirlere denir. Divân, daha çok da halk edebiyatında örneklerine rastlanır. Ayrıca âşıklar arasında bir yarışma türüdür. Büyük maharet ister.

   Üsküdar Mevlevihanesinin şeyhlerinden Ahmet Remzi Dede’ye ait aşağıdaki gazel divân edebiyatındaki leb değmezlere örnektir. Dudaklar sadece gazelin son beytinde birbirine değer:

 

          Tarîk-i aşka gir ehl-i Hüdâ ol

          Gönül gel lâyık-ı her-i’tilâ ol

 

          Dilersen dehr’de âzede-seril

          Gurûr-ı câhı terk eyle gedâ ol

 

          Sakın izhârdan ağyâre hâlin

          Yine sen derdine çâre-resâ ol

 

          Cidâl-i kıyl ü uzlet geşesine

          Azîz ol, derd-i şöhretten cüdâ ol

 

          Dokunmaz leb lebe Remzî okurken

          Dehân-ı dilbere nükte nümâ ol

MECAZ VE MECÂZ-I MÜRSEL : Mecaz kelimesi sözlükte gelip gidilen, geçilen yol; geçilmesine izin (cevaz) verilen sınır ve gerçeğin zıddı anlamlarındadır. Bir edebî terim olarak ise mecaz, bir kelimenin gerçek anlamlarında kullanılmayıp, benzetme maksadı yada bir şeyle benzetme ilgisinin başka? anlamlarda kullanılmasıdır.

Kelimelerin mecâzî anlamlarında kullanılmaları duygu ve hayali şahlandır, sözün etkisini arttır. Mecaz kullanımı sayesinde bir konunun daha iyi kavranması yada kavratılması sağlanır.

Mecaz, başlı başına bir edebî sanat olmaktan ziyade, teşbîh, istiâre, kinâye, mecâz-ı mürsel vb. gibi değer bazı sanatların ortaya çıkmasına yardımcı olur. Bir diğer ifadeyle bu tür sanatlarda mecâzî anlamda kullanılmış bir kelime olacağından burada ağırlıklı olarak vurgulanan, tespit edilen sanata ilaveten mecaz sanatı da vardır. Bir babanın oğluna “aslanım” demesinde istiâre sanatı vardır. Zira iki unsur arasında bir benzetme ilgisi (ilişkisi) ve maksadı vardır ve bu unsurlardan sadece biri mevcuttur. Ayrıca mevcut olan unsur (aslan-kendisine benzetilen) mecâzî anlamda kullanılmıştır, geçek anlamda kullanılmalarına imkân yoktur. Burada mecâzî anlamda kullanılan “aslan” kelimesi ile yerine kullanıldığı “oğul” arasında bir benzetme ilgisi ve maksadı vardır. Eğer bir kelime mecâzî anlamda kullanılmış ve bu kullanımda yerine kullanıldığı kelime ile arasında bir benzetme, benzerlik ilgisi, ilişkisi yada maksadı varsa orada gerçek mecaz sanatı var demektir. Bu tip mecazlar sadece mecaz diye de anılırlar ve mecaz-ı mürselden farklıdırlar.

        Mehtâp her gece yeri, semâları dolaştı; gümüşlerini manzaralar üstüne döktü.

Burada gerçek mecaz sanatı vardır zira;

   1. Gümüş kelimesi gerçek anlamının dışında mecâzî anlamda kullanılmıştır. Buradaki gümüşleri ile ayın parlak hâlinden saçılan ışıklar kastedilmiştir.

   2. Dolayısıyla ayın parlak hâlinden saçılan ışıklar gümüşlere benzetilmiştir. Yani saçılan ışıklar ile yerlerine kullanılan ve mecaz yapılan gümüş (ler) arasında bir benzetme ilişkisi (benzetme ilgisi) ve maksadı vardır.

   1- Benzeyen : mehtabın saçılan ışıkları (yok) 

   2- Kendisine benzetilen : gümüşler (var)

Mecazı (gerçek mecazı), mecaz-ı mürselden ayırmada dikkat edeceğimiz en önemli husus bu benzetme ilgi ve maksadını tespit etmektir. Şayet böyle bir ilgi ve maksat var ise orada istiâre sanatı vardır ve bu sanatın olduğu yerde ise mecaz-ı mürselin olması imkânsızdır.

 

        Hem-râhım idin bu yolda ey mah

        Hem-râhı koyup gider mi hem-râh

        Hem-râh . yol arkadaşı

Bu örnekte sevgili mâha (aya) benzetilmiştir. Mâh’da ayrıca mecaz vardır zira kelimenin gerçek anlamında kullanılması imkânsızdır ve yol arkadaşı olmak, bırakıp gitmek vb. ifadeler buna engeldir. (Bu tip engellere karine-i mânia –engelleyici ipucu- dendiğini hatırlamalıyız.)

Mâh’ın gerçek anlamının dışında bir anlamda kullanılmış olduğunu fark etmemiz burada bir mecaz sanatının yapıldığını gösterir. Ancak normal bir mecaz mı yoksa mecaz-ı mürsel mi olup olmadığını anlamak için Mâh’ın (mecaz yapılan kelimenin) yerine kullanıldığı kelime ile arasında bir benzetme ilgi ve maksadının olup olmadığına bakmamız gerekir.

Örnekte açıkça görüldüğü üzere sevgili yada sevgilinin yüzü aya benzetilmiştir dolayısıyla bir benzetme ilişkisi ve maksadı söz konusudur. Ayrıca unsurlardan biri olan benzeyen (sevgili) yok, kendisine benzetilen (mâh) vardır. Bir istiâre (açık) söz konusu olduğuna göre burada bir mecaz-ı mürsel olması söz konusu değildir ve sadece mecaz sanatı vardır.

Makbul olan ve bir sanat değeri taşıyan mecazlar mecaz-ı mürsel tarzında oluşturulmuş mecazlardır. Hatta dilimizde pek çok deyim mecaz-ı mürsel şeklinde kalıplaşmış ve meydana gelmiştir. Dilimizin mecazlar bakımından bir hayli zendin olması sebebiyle günlük hayatımızda çoğu kez farkında bile olmadan çokça mecaz kullandığımız olur. Meselâ; soba yandı, burnu büyüdü, şehir söndü vb. gibi.

Eğer bir kelime mecâzî anlamda kullanılmış ve bu kullanımda, yerine kullanıldığı kelime ile arasında (gerçek anlamıyla mecâzî anlamı arasında) benzetme ilgisinin (benzetme maksadının) dışında ilgiler var ise mecaz-ı mürsel sanatı yapılmış, meydana getirilmiş olur.

Eski belâgat kitaplarında mecaz-ı mürselin oluşmasına yol açan otuza yakın ilgiden söz edilmiş ancak çoğu örneklendirilmemiştir. Mecaz-ı mürselde yaygın olarak kullanılmış ilgiler şunlardır :

 

   1- Parça-Bütün (Cüz-kül; cüziyyet-külliyyet) İlgisi : Burada mecâzî anlamda kullanılan kelime ile yerine kullanıldığı kelime arasında (kelimenin mecazî anlamıyla gerçek anlamı arasında) bir parça-bütün ilgisi, ilişkisi söz konusudur. 

        Bir hayli külah ile imâme

        Yoldaysa dururdular selâma

Bu örnekte külah ve imâme kelimeleri mecâzî anlamda kullanılmışlardır. Bu kelimelerde teşhis -kişileştirme- olmakla birlikte bir benzetme söz konusu değildir. Yani külah ve imâme teşbihîn bir din adamına, hocaya benzetilmesi de uygun ve mümkün değildir. Dolayısıyla burada bir benzetme ilgisi ve maksadından söz edilemez.

Külah ve imâme yani tekke ve tesbih hocadan ayrılmaz parçalardır. Bunlardan yani hocaya ait bir parçadan yola çıkılarak bütüne gidilmiştir. Dolayısıyla külah ve imame kelimelerinin mecâzî anlamlarıyla yerine kullanıldıkları hoca, -din adamı- kelimeleri arasında bir parça-bütün 8cüz-kül) ilgisi vardır.

Beyti bu çerçevede şöyle mânâlandırabiliriz : “sayıca kalabalık olan, bir hayli din adamı, hoca başlarındaki takke ve ellerindeki tesbihleri ile yolda iseler, diğer halk (hemen) onlara selâma dururdu.”

Dalgalan sen de ey şanlı hilâl.

Bu mısrada hilâl kelimesi mecâzî olarak bayrak yerine kullanılmıştır. Hatırlanacağı gibi mecaz-ı mürseli bulmak için bir iki noktaya dikkat etmemiz gerekecektir.

   1. Mecâzî anlamda kullanılmış olan kelimeyi gerçek anlamında kullanma imkânı olmayacak. Bu örnekteki hilâl’i ayın ilk günlerindeki şekli mânâsında düşünemeyeceğimiz gibi.

   2. Görüldüğü üzere hilâl, yerine kullanıldığı bayrak kelimesi ile bir benzetme ilişkisi içinde de değildir; yani burada bir benzetme maksadı da yoktur. Dolayısıyla burada bir mecaz-ı mürsel vardır.

İstiklâlin, özgürlüğün belirtisi, hür dalgalanan bir bayraktır. Türk bayrağının en etkileyici yeri de üzerindeki hilâlidir. İşte bayrağın üzerindeki bu hilâl şairde en fazla heyecan uyandıran unsur hâline geliyor ve bayrağın bütünün yerini alıyor. Artık hilâl demek, bayrak demektir. Dolayısıyla bu örnekte bir parça-bütün ilgisi mevcuttur.

 

   2- Durum-Yer (hâl-Mâhal; Hâliyyet-Mahâliyyet) İlgisi : Bu ilgi iki şekilde ortaya çıkar.

   1- Ya hâl söylenip mahâl kastedilir. 

   2- Ya da mahâl (yer) söylenip hâl (durum) kastedilir.

   1. Şıkka örnekler :

          Dersten çıkınca sinemaya gideceğim.

Burada aslında sınıftan çıkınca denmesi gerekir. Ancak dersten çıkmak (durm, hâl) söylenmiş, sınıf (mahâl,yer) kastedilmiştir.

İşten çıkınca bir süre dolmuş bekledim.

Bu örnekte fabrikadan çıkınca denmek isteniyor. Dolayısıyla hâl (durum) söylenip yer (mahâl) kastedilmiştir.

   1.Şıkka Örnekler :

         Bu okul sizi hayata en iyi şekilde hazırlayacaktır.

Bu örnekte okul kelimesi mecâzî anlamda ve okulda ders veren öğretmenler mânâsında kullanılmıştır. Dolayısıyla yer söylenip durum kastedildiğinden okul ile öğretmen arasında yani kelimenin gerçek anlamıyla mecâzî anlamı arasında bir yer-durum ilgisi (ilişkisi) söz konusudur. Buradaki mecaz-ı mürsel böyle bir ilgi üzerine kurulmuştur. Okul kelimesini öğretmenin başka bir yerdeki durumu ile kullanmamız hâlinde mecaz-ı mürsel bozulur ve komik bir durum ortaya çıkar.

 

           Atina Kıbrıs konusunda kabul edilemez şartlar ileri sürdü.

Bu örnekte Atina kelimesi mecâzî olarak Yunan hükümeti anlamında kullanılmıştır. Bir diğer ifadeyle yer (mahâl) söylenip durum (hâl) kastedilmiştir.

 

         Anakara durumu kaygı ile izliyor.

Bu örnekte de benzer durum söz konusudur.

 

   3- Sebep-Sonuç (Sebebiyet ) İlgisi : Savaşta çok kan döküldü.

Bu örnekte kan dökülmesi ifadesi mecâzî anlamda kullanılmıştır ve kastedilen savaşta çok insanın öldüğüdür. Bu ölümlere sebep de kan dökülmesidir. Yoksa gerçek anlamda, sırf bir eylem olarak kova vb. bir âlet ile kan dökülmesi, akıtılması söz konusu değildir. Dolayısıyla bu örnekte bir sebep-sonuç ilgisi vardır.

            O, ününü fırçasıyla yaptı.

Bu örnekte fırça yada fırça ile ün yapmakta mecaz vardır. Çünkü salt fırça ile ün yapılmaz. Ayrıca fırça, kendisi ile yapılan güzel resimlerin ve çalışmaların yerine de kullanılmış olabilir. Dolayısıyla o kişinin ün yapmasına fırçası yada fırçasının sebep olduğu çalışmalar vesile olmuştur denebilir. 

 

   4- Öncelik-Sonralık (Evveliyet-Âhiriyyet) İlgisi : Bu ilgide bir şeyi sonradan alacağı durumun adıyla anlamak söz konusudur. Örneğin; yaramazlık yapan bir kız çocuğuna annesi “Kocaman gelinlik kız oldun, hiç sana yakışır mı?” dediğinde, annesi çocuğunun gelecekte, sonradan alacağı yada almasını umduğu bir hâli önceden belirtiyor, ifade ediyor.

 

MUAMMA-LÜGAZ :  Muamma, lügaz ve bilmece aynı anlamdadır. Edebiyat terimi olarak anlamları ise manzum bilmece demektir. Edebiyatımızda bilmece başlı başına bir nazım şekli olarak görülür. Soru şeklinde bilmecelerde, cevabın bulunabilmesi için bazı ip uçları verilir. Cevap çoğu kimse tarafından bilinir ve tartışılmasız kabul edilir.

 

          O nedir ki yere düşer ıslanmaz (ışık)

          O nedir ki yer altında paslanmaz (altın)

          O nedir ki başın kessen seslenmez (bulut)

          Bunların aşkına doldur ayranı.

 

  Cevabı çeşitli şekillerde bilmecenin içinde saklanmış sorulu-cevaplı bilmeceler :

  a) Bir kelimeyi hecelere bölerek şaşırtıcı bir soru şeklinde sorulan bilmeceler :

 

          Tren gelir IS diye

         Makinist vurur TAN diye,

         Kömürcü anahtarı kaybetmiş,

         Kondüktör bağırır BUL diye.   İS + TAN + BUL

 

  b) İki anlama gelen kelimelerle yapılan bilmeceler :

 

          Bu yıl yulaf kıtlığı olacak,

         Öküzler göğe çekilecek.

 

  “Göğe” kelimesi “gök” ve “yeşil” anlamlarına gelecek şekilde kullanılmıştır. Bilmecenin bu şekli ihama çok benze.

 

  c) Alfabenin çeşitli işaret ve harflerini bulmaya yarayan bilmeceler :

 

          Bende var,  

         Sende var,

          Âlemde yok,

          Âdemde yok.

 

  “Âlem” ve “âdem” kelimeleri Arap alfabesinin noktasız harfleriyle yazılır. “Ben”  ve “sen” kelimeleri ise noktalı harflerle yazılır.

 

  Divân edebiyatında bilmece, muamma ve lügaz diye ikiye ayrılır. Muamma, kişi adlarının bulunması için yapılan bilmecedir. Lügaz ise diğer varlıkları konu edinen bilmecelere verilen addır. 

  Muammaya örnek :  Bende yok sabr ü sükûn, sende vefadan zerre;

                                     “İki yoktan ne çıkar” fikr edelim bir keren                                                                

                                                                                                         (NÂ + BÎ)

MÜBÂLAĞA : Sözün etkisini arttırmak amacıyla ve çoğu kez heyecan sebebiyle bir durumun, olayın ya da varlığın olduğundan büyük yada küçük gösterilmesi, abartılmasıdır. Sözlük anlamı; aşırı gitme, aşırıya vardırma demek olan mübâlağanın sanat değeri taşıması için nükteli ve zarif olması gerekir. Zirâ kaba ve çirkin bazı abartmalar ve ölçüsüzlükler istenen olumlu etkiyi sağlamayabilir.

Mübalağa, günlük hayatta çoğunlukla bir sanat endişesi taşımadan ve daha çok benzetme ve mecaz kastıyla kullanılır. İriyarı bir adam için “dev gibi”; çok zayıf biri için “çöp gibi” denmesi yada çok üşüyen birinin “dondum”, çok yorulan birinin de “öldüm” demesi gibi.

Divân şiiri, geniş hayal güçlerini gösterebilmek için ve daha ziyade medhiye (övme), fahriye (övünme) ve hicivlerde mübâlağa sanatına başvurmuştur.

Mübâlağa, söyleyişteki aşırılığın derecesine göre üç çeşide ayrılır :

   1- Tebliğ, 

   2- İğrak,

   3- Gulûv, derecesinde mübâlağa.

 

   1. Tebliğ Derecesinde Mübâlağa : Aklen ve âdeten mümkün olan yani akla uygun ve gerçekleşebilir nitelikte olan mübâlağalardır.

 

          Bahtım gibi tire keff-i ümmîd gibi teng

            Çeşmim gibi pür-âb derûnum gibi vîrân

                                                                           Nâbî

Tire : kara, siyah, bulanık

Keff-i ümmîd : ümit eli

Teng : dar

Çeşm : göz

Pür-âb : su, yaş dolu

Derûn : iç

Vîrân : harap

(Âdeten) Mecâzî manada düşünürsek; baht siyah olabilir. Ümit eli dar olabilir. Göz su ile dolu olabilir. İç sıkıntı sebebiyle perişân vîrân olabilir.

 

   2. İğrak derecesinde Mübâlağa : Akla uygun, yatkın gibi görülen ancak âdeta imkânsız olan mübâlağadır.

 

          Yazılıp ermeye pâyânına dek nâme-i şevk

          Hep ağaçlar kalem olsa kamu yaprak kâğıd

Pâyân : nihayet

Nâme-i şevk . şevk sevinç, neşe mektubu

Kamu : tüm, bütün

Tüm ağaçlar kalem olsa, tüm yapraklar da kâğıt olsa şevk mektubu tamamlamama yetmez.

(Âdeten) Sosyal şartlar, örf, usûl, çevre şartları vs.

 

   3. Gulüv Derecesinde Mübâlağa : Aklen de âdeten de mümkün olmayan mübqlağa türüdür. Çok kullanılan fakat ileri derecede aşırılıktan dolayı genelde pek makbul görülmeyen bir türdür.

 

          Merkez-i hâke atsalar da bizi

          Kürre-i arzı patlatır çıkarız

                                             Nâmık Kemâl

NOT : Pek çok örnekte bu türleri ince ayrıntıları ile ayırmak mümkün ve gerekli değildir. Bu sebeple mübâlağa yapıldığını tespit yeterlidir.

 

                                        Karışık Mübâlağa Örnekleri :

          Donar soğuktan efendi semender âteşte

          Bir iki gün daha böyle eserse bu sarsar

                                                                          Nedîm     

Semender : Ateşte yaşadığına inanılan bir masal hayvanı

Sarsar : Fırtına, rüzgar vb.

NOT : Bu, iğrak derecesinde mübâlağaya örnek. Ateşin içinde fiziksel olarak nasıl donulur ? Âdeten de mümkün değil.

 

          Göremez girsem eğer mûrzaîfin gözüne

          Ey süleymân-ı zaman öyle hayâl oldu tenim

                                                                                   Şem ‘ î

Mûrzaîf : Zayıf karınca

 

         Şöyle nâr uykusuna varmış o yâr ey Bâkî

         Ki cihân halkı figân eylese bîdâr olmaz

                                                                          Bâkî

Bîdâr olmaz : Uyanmaz

Güllü dibâ giydin ammâ korkarım âzâr ider

 

          Nâzeninim sâye-i hâr-ı gül-i dibâ seni

         Sâye-i hâr-ı gül-i dibâ : Elbisenin gülünün dikeninin gölgesi

(Ey nâzlı nâzenin sevgilim! Gül desenli elbise giydin lâkin korkarım giydiğin elbisenin gülünün dikeninin gölgesi seni incitir.)

ÖRNEKLER:

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda

 

Dağda yaprak kalmadı

Yarama bağlamaktan

 

Alem sele gitti gözüm yaşından

 

Akdeniz’in dalgası gönlüm kadar taşmadı

 

Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzar-ı firakız

Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden

 

Merkez-i hake atsalar da bizi

Küre-i arzı patlatır çıkarız

 

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın

Gömelim gel seni desem tarihe sığmazsın

 

Sekizimiz odun çeker

Dokuzumuz ateş yakar

Kaz kaldırmış başın bakar

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

 

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer…

 

Bir ah çeksem dağı taşı eritir

Gözüm yaşı değirmeni yürütür

NİD : Yazılı ve sözlü anlatımlarda “ey, oy, vay, hey” gibi hitap ve ünlem kelimelerini kullanmaya nidâ denir. Nidâ, dikkat çekme ve heyecan sonucu ortaya çıkan duyguların ifadesidir.

 

          Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker

          Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

                                                                  Mehmet Akif Ersoy

 

RÜCÛ : Rücûnun sözlük anlamı “dönme, geri dönme; cayma, sözünden dönme ve sözünü geri almadır.” Bir edebî sanat olarak söylenen, ifade edilen bir duygu ve düşünceden dönmüş, vazgeçmiş görünerek, yeni görüş ve ifadelerler aynı duygu veya düşünceyi anlam yönünden daha da güçlendirmeye denir. Yani, rücû sanatı; önceden söylenen sözü (duyguyu, düşünceyi) reddetme, ondan vazgeçme anlamına gelmez. Aksine, söylenen sözün arzu edilen etkide olmadığını düşünen sanatçı, o söze canlılık, parlaklık vermek ve etkiyi daha da arttırmak için geri döner. (Şair, ilk söylediği sözden, -duygu ve düşünceden-) rücû ettiğini, döndüğünü “yok, değil, yok öyle değil, hata ettim” vb. kelimelerle belirtir.

(Rücû sanatını atletizmdeki uzun atlama ve futboldaki aut ve penaltı atışı, şut çekme vb. sporcunun daha etkili olabilmek için geri çekilişine, gerilişine benzetebiliriz.)

Rücû sanatını kendisine yakın bir sanat olan ve içinde yine bir reddetme ve vazgeçme, dönme olan terdîd (reddetme, sözü beklenmedik bir şekilde belirtme) sanatıyla karıştırmamak gerekir. Zirâ aralarında önemli iki fark vardır.

   1. Terdîdde önceden söylenenlerden, sözden, fikir ve duygudan tamamen dönme, vazgeçme, onu reddetme söz konusudur (bu tavır beklenmedik bir sonuçtur). Rucûda ise ilk etapta dönme, cayma olsa da ona yeniden dönüş söz konusudur.

   2. Terdîdde geri dönme, cayma, reddetme şeklinde beliren sonuç ile sözün anlam ve etkisinin zayıfladığı halde, rücûda yeni görüş ve ifadelerle daha önce söylenenlerin anlamı daha da kuvvetlenir. 

          Makber, makber değil bir türbe

          Türbe değil bir mâbed

          Mâbed değil bir küre

          Küre değil bir fezâ- -intihâ olmalıydı

                                                         Abdülhak Hamid Tarhan

Makber : Mezar, mezarlık

Fezâ- -intihâ : Sonsuz uzay

İntihâ : Nihayet, son, bitme, yok olma vs.

(Makber, türbe, mâbet-küre, fezâ- -intihâ kelimeleri arasında tenâsüp sanatı vardır.)

(Rücû, heyecan ağırlıklı bir sanat olduğundan şairin ruhunda başlayan dalgalanmaya paralel olarak söylenilen sözler de değişmeye başlar ve ard arda gelen heyecan dalgaları bir önceki dalgaların üzerini örter, yani duygu ve düşünceler söyletir. Heyecan dalgaları genelde hafiften şiddetliye doğru gittiğinden, bu sanatta son söylenilenler önce söylenenlerden daha etkilidir. 

          Kaddin libâs-ı sürh ile âfet değil midir

          Âfet değil kızılca kıyâmet değil midir

                                                                         Neylî

(Ey sevgili, senin o servi boyun giyindiğin kırmızı elbiseyle bir âfet -şûh, çekici güzel; mûsibet, bela- değil midir; yok âfet değil - âfetin lafı mıdır- kızılca kıyamet değil midir.)

-Yani sen ilk hâlinle ir âfet gibisin- ama o da ne hayır sadece bir âfet değil kıyametler koparan bir haldesin, kızılca kıyametsin.

(Ayrıca istifhâm –soru- sanatı vardır.)

 

         Erbâbteşâür çoğalıp şâir azaldı

         Yok öyle değil şairin ancak adı kaldı

                                                          Muallim Naci

Teşâür : Şairlik taslama, şair tavrı takınma

Erbâbteşâür : Şairlik taslayanlar

(Şairlik taslayanlar, şair müsveddeleri çoğaldı -gerçek- şair azaldı; yok öyle değil gerçek şairler tamamen yok oldu, sadece isimleri kaldı –Adı var kendi yok misali

 

SEHL-İ MÜMTENÎ ‘ : Sehl; kolay, mümtenî; mümkün olmayan, başarılamayan, kolay ve sâde göründüğü hâlde bulunup söylenmesi ve taklidi zor olan söz.

İlk bakışta bulunup söylenmesi kolay gibi görünen ancak denendiği ve taklit edilmek istendiği zaman güçlüğü anlaşılan ve benzeri meydana getirilemeyen yalın anlatımlı söz ve eserleri oluşturan sanata sehl-i mümtenî denir.

Sehl-i mümtenî, aslında süs ve âğdadan uzak sade bir üslup özelliğidir ve sanatçının dile hâkimiyeti sayesinde başarılabilir. En karmaşık ve derin fikirler ve duygular dâhi basit ve sade kelimelerle ifade edilebilir (bu sebepledir ki pek çoğu zamanla hikmetli ve güzel sözde bu sanatı görmek mümkündür, örneğin; Süleyman Çelebi’nin mevlidi baştan sona bir sehl-i mümtenî şaheseridir.) 

          Gönül Çalab’ın tahtı

          Çalab gönüle baktı

          İki cihan bedbahtı

          Kim gönül yıkar ise

                                   Yûnus Emre

 

          A benim bahtı yârim

          Gönlümün tahtı yârim

         Gözünde göz izi var

         Sana kim baktı yârim

                                        mâni

 

          Beni bende demen bende değilem

          Bir ben vardır bende benden içeri

                                                         Yûnus Emre

 

          Nush ile uslanmayanı (yola gelmeyeni) etmeli tektir

          Tektir ile uslanmayanın hakkı kötektir

                                                                      Ziyâ Paşa

 

          Bir kez Allah dise şevk ile lîsân

          Dökülür cümle günah mivl-i hâzan

                                                   Süleyman Çelebi

SİHR-İ HALÂL : Bir kelimeyi veya kelime grubunu önceki mısraın sonunda ve sonraki mısraın başında anlamlı olacak şekilde kullanma sanatıdır.

 

          Gizlice arasam ağzın lebin emsem sorsam

          Hîç bir çâre bilir mi dil-i bîmâra aceb

                                                                       Nedîm   

 

Birinci mısraın sonundaki sorsam kelimesi her iki mısra için de mânâlıdır. Sorsam kelimesi birinci mısraa dahil edilirse (emmek, somurmak mânâlarında kullanılarak) mısra şu anlama gelir :

 “Ağzını gizlice arasam, dudağını emip, somursam”. Kelime ikinci mısra ile düşünülürse beyit şu anlama gelir ;

“Ağzını gizlice arasam ve dudağını emsem; Sonra ona sorsam: Acaba hasta gönlümün derdine hiçbir çare bilir mi?”

 

          Gördüm olmuş pür kevâkib âsumân

          Hâlıkecrâmı tebcîl eyledim

          Doldu gönlüm nûr ile -ihtiyar (kendiliğinde)

          Sûre-i ve’n-necm’i tertûl eyledim.

 

  Bu kıtadaki bû-ihtiyar (kendiliğinde) kelimesi üçüncü ve dördüncü mısralarda anlamlıdır. Üçüncü mısraa bağlandığında, beyit :

  “Gönlüm birdenbire nûr ile dolu ve Necm suresini okumaya başladım”. anlamını kazanır. Kelime son mısraa bağlandığında ise;

  “Gönlüm nur ile dolu, birdenbire necm suresini okumaya başladım”. şeklinde düşünülebilir.

 

SİHR-İ HALAL şiirde  güzel söz mânâsında da kullanılır;

 

          Kasîdem aczimi arz eylemişdi

          Dirigâ sormadın bir kerre hâlim

         Şu son mısrâım olsun son hitabım

          Haram olsun sana Sihr-i Helâlim 

 

TECÂHÜL-İ ÂRİF (Bilip bilmezlikten gelme, bilgece bilgisizlik) : Tecâhül: Câhil gibi görünme, bilmezlikten gelme. Ârif: bilen, bilgili, ilim irfan sahibi.

Bir edebî terim olarak tecâhül-i ârif yada tecâhül-i ârifane; bilinen bir hususu, gerçeği, bir nükteye dayanarak bilmezlikten gelme, bilmezmiş gibi davranma, söylemedir. Sanatkâr, bildiği bir hususu bilmezlikten gelerek, çeşitli nedenlerle doğrudan söylemek istemediği şeyi dolaylı olarak anlatmaya ve mesaj vermeye çalışır. Tecâhül-i ârifte bir anlam inceliği gözetildiğinde sözde mutlaka nükte olmalıdır. Bu sanatın özünü teşkil eden nükte; neşelendirme, uyarıda bulunma, hayret, şaşkınlık ve üzüntü bildirme amacıyla yapılmış olabilir. Tecâhül-i ârif sanatını yapmaktan maksat sözün nükteli olduğundan bu sanatı yapan kişinin de Şeyh Gâlib’in ; “Gel ârif ol ki mâ’rifet olsun tecâhül” (sen arif ol ki bilgisizliğin, bilmezliğin dahi mârifet, hüner vs. olsun) dediği gibi ârif olması gerekir.

Bu sanatın oluşturulmasında mübalağa ve istifhâm (soru sorma) sanatlarından da yaralanılır ancak nükte ağırlıklı olduğunda mübalağa ve istifhâmda daha güzel ve etkilidir. 

          Yanında bunca kulundan bir âdem yok

          Beyim bu nice seferdir kim ihtiyâr ettin?

                                                           Necâtî (şehzade Beyazid için yazılmış mersiyeden)

(Beyim, a benim şehzadem, yanında bunca kulundan hizmetliden bir kişi bile yok, bu nasıl bir yolculuk ki sen tercih ettin, istedin)

Şair, burada bahsedilen yolculuğu biliyor fakat bilmezlikten geliyor. Yine şair, ölümün vaktinin kişinin elinde olmadığını da biliyor, bilmezlikten geliyor.

 

          Nedîm-i zârı bir kâfir esir etmiş işitmiştim

          Sen ol cellâd-ı din ol düşmen-i imân mısın kâfir

                                                                                           Nedîm

Kâfir : afet

(Ağlayıp inleyen Nedîm’i bir kâfirin, afetin esir ettiğini işitmiştim, yoksa o din celladı, iman düşmanı sen misin kâfir, (o din celladı, iman düşmanı sen misin?))

Burada Nedîm, esirlik derecesinde âşık olduğu, âşıklığını ve kendisini esir eden güzeli bildiği halde -Nedîm’in esir olduğunu işitmiştim, onu bu hâle getiren yoksa sen misin?- diyerek bilmezlikten gelerek sevgisine sesleniyor. 

          Bilmez oldum sâkiyâ dert-i firâk-ı yâr ile

            Mey midir bu sirişk-i çeşm-i giryânım mıdır ?

(Ey sâki, yarin ayrılık dedi sebebiyle ağlayan gözümün yaşı mı yoksa meyi midir? bilmez oldum.)

Şair, aslında akanın ne olduğunu biliyor lâkin bilmezlikten geliyor.

 

          Geh gülşen olursun dile gâhî külhan

          Cennet mi cehennem misin ey âlem-i aşk

(Gönle, bazen gül bahçesi, bazen külhan - hamamlardaki ocak vb.- olursun, sen bu hallerinle cennet misin yoksa cehennem misin anlayamadım.)

 

TELMÎH : Sözlük anlamı; söz arasında kastedilen bir şeyi mânalı olarak söyleme, açık söylememe, imâlı söyle vb. İbarede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya, atasözü veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmektir.

Telmîh; söz arasında herkes tarafından bilinen -geçmişteki- bir olaya, ünlü bir kişiye, bir inanca, yaygın bir atasözüne işaret ederek hatırlatmaktır.

Telmîh edilen şey uzun uzadıya açıklanmaz, sadece kahramanın veya olayın adı yada geçtiği yer söylenir. Zaten telmîhten maksat şahsı, olayı yada yeri tamamen vermek değil onlarla ilgili bir hatırlatmada bulunmaktır.

Bu sanatta da sözün anlamca güçlendirilmesi maksadı bulunduğundan söz arasında uygun düşülerek aralarında ilgi kurulan örnek bir şahıs, olay yada yeri hatırlatmak ifadeyi güçlendirir. Telmîhte, telmîh edilen şey konuyla ilgili olmalıdır. Telmîh edilen şeyin açık yorumu yapılmaz, tam ayrıntılarıyla verilmezse de anlaşılmayacak şekilde kapalı bırakılması da doğru değildir. (Telmîh edilen olay hiç olmazsa aydınlar tarafından bilinmelidir. Yani hiç kimsenin bilmediği bir olaya işaret etmek sanatı başarısız kılar.) 

          Gökyüzünde İsâ ile

          Tûr dağında Mûsâ ile

          Elindeki âsâ ile

          Çağırayım mevlâm seni

                                       Yûnus Emre

Bu örnekte birinci mısrada “Hz. İsâ’nın göğe yükseltildiği” olayına, ikinci mısrada “Hz. Mûsâ’nın Tûr dağında Allah (c.c.) ile konuşması” olayına ve üçüncü mısrada yine “Hz. Mûsâ’nın yere atılınca yılan olan âsâsıyla gösterdiği mucizelere” telmîh vardır. (Sanatı tespit için bu tarihî olayları, hususları bilmek gerekir. Bkz : İskender PALA: “Divân Şiiri Sözlüğü” ; İsâ, Mûsâ.)

Hz. İsa a.g.e sy: 286. Yahudiler Hz. İsâ’yı öldürmeye kalkışınca havârilerden bir onlara yardım etti. Hz. İsâ’yı çarmıha germek istediler. Ancak Allah, Yahudiler’in gözüne ihanet eden havâriyi Hz. İsâ şeklinde gösterdi. Bunun üzerine Hz. İsâ yerine o havâri çarmıha gerildi. Hz. İsâ ise melekler tarafından dördüncü kat göğe çıkartıldı ve kendisine kıyamete dek ömür verildi. Kıyamete yakın günlerde yeryüzüne indirilecek -Şam civarına- ve Müslümanlara yardım edecektir.

Hz. Mûsâ a.g.e sy: 402-403. Hz. Mûsâ ailesiyle birlikte Mısır’a giderken Tûr dağında Allah (c.c.) kendisiyle konuştu ve ona peygamberlik verdi.

Hz. Mûsâ döneminde sihirbazlık çok yaygın ve etkiliydi. Firavun Hz. İsâ’yı âciz bırakıp küçük düşürmek için sihirbazları ile karşılaştırdı. Sihirbazları ellerindeki ipleri yere bıraktılar ve her bir ip yılan olup harekete başladı. Hz. Mûsâ da âsâsını yere bıraktı. Âsâ daha büyük bir yılan olup diğer yılanları yuttu. Böylece sihirbazlar âciz kaldılar ve Hz. Mûsâ’ya imân ettiler.

 

         Uçmak da konmadan kıyısız bir denizde rûh

         Benzer mi böyle bir kuşa Tûfân içinde Nûh ?

                                                                       Yahyâ Kemâl

Bu örnekte ikinci mısrada Hz. Nûh’a ve yaşadığı tûfan olayına telmih vardır.

 

         Olsaydı bendeki gâm Ferhâd mübtelâda

         Bir âh ile verirdi bin -sütûnu bâda

                                                                         Fuzûlî

Bu beyitte Ferhat’ın, sevgilisi Şirin’ e kavuşmak için -sütun adlı dağı delm

 

TENÂSÜB : Bir konu üzerinde, aralarında türlü ilgiler bulunan (birbiriyle ilgili olan) en az iki kelime, terim yada deyimi bir mısra yada beyit içinde bir arada kullanma sanatıdır. (Ancak bu kelimeler arasında anlamca zıtlık olmamalıdır. Zirâ o durumda bir başka sanat, tezat sanatı devreye girer.) Tenâsüb sanatının bir diğer adı da mürâatnazîr’dir.

  Divân şairleri, tenâsüb sanatında türlü bilim terimlerini, mitolojiyi, tarih ve mesnevî kahramanlarını, hayvan, bitki ve çiçek adlarını, bunların dışında  çeşitli konularla ilgili kelimeleri şiirlerinde bol bol kullanmış ve bu vesîleyle bir ifade ve anlam zenginliği gerçekleştirmişlerdir.  

  İçki  ve içki âlemiyle ilgili kelimeler ;                       

          Gâh sâkisi sâğara geh bâdesi yok

            Görmedim meclis-i maksûdu tamâm âmâde

                                                                                       Nâbî  

   Maksûd : kast olunan, istenen şey 

  Tamâm âmâde : tam tekmil, her şeyiyle hizmete hazır vb.

  Sâğâr : kadeh

   Bu mısrada sâki, sâğâr, bâde (içki), meclis kelimeleri anlamca birbirleriyle ilgili kelimelerdir. Dolayısıyla bu kelimeler arasında tenâsüb sanatı vardır.  

          Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkiyâ

          Kanyısın alsam gülü yâhud ki câmı ya seni

                                                                           Nedim

   Câm : kadeh

  (Gül), cam, sâkî arasında tenâsüb vardır.  

 

TEŞBÎH (Benzetme) : Anlama güç katmak için, aralarında gerçek yada mecaz, çeşitli yönlerden ilgi, benzerlik bulunan en az iki varlıktan zayıf olanı nitelik bakımından güçlü olana benzetme sanatıdır.

Şair, kendisini etkileyen bir olay veya varlık karşısında heyecanlanır, bu heyecanını daha kuvvetli ve tesirli anlatabilmek için, o ruh hâlini okuyucuda daha iyi canlandırabilecek benzetmeler yapma yoluna gider ve bunun sonucunda da teşbîh sanatı meydana gelmiş olur.

Teşbîh sanatında en az iki, en fazla dört öge bulunur ve yapılan teşbîh bu ögelerin bulunup bulunmamalarına göre bazı isimler alır. Bu dört benzetme ögesi (erkân-ı teşbîh, teşbîhin rükunları, ögeleri) şunlardır :

 

   1- Benzeyen (müşebbeh, teşbîh edilen, benzetilen) : Birbirine benzetilen şeylerden nitelik bakımından güçsüz olanıdır. 

   2- Kendisine Benzetilen (Müşebbehünbih, kendisine teşbîh edilen, benzetmelik) : Birbirlerine benzetilen şeylerden nitelik bakımından daha üstün ve güçlü olanıdır.

   3- Benzetme Yönü (Vech-i Şebeh) : benzeyen ve kendisine benzetilen arasındaki ortak noktadır. Zaten benzetme bu ortak noktayı belirtmek için yapılır. (Ancak bu ortak nokta her zaman vurgulanarak zikredilmeyebilir.)

   4- Benzetme Edatı (Edat-ı Teşbîh) : Benzeyen ve kendisine benzetilen arasında benzetme ilgisi kuran kelime veya ektir. Teşbîhte genellikle şu kelime yada ekler benzetme edatı olarak kullanılır :

Âdetâ, andırır, benzer, bigi, çü, çün, gibi, gûnâ, gûne, gûyâ, gûyiyâ, kimi, mânend, meger ki, misal, misillü, misl, nitekü, nitekim, sanki, sıfat (gül- sıfat), tek, tıpkı, -asâ, -vâr, -veş vb.

Aşağıdaki örnekte benzetme ögelerini topluca görebilmekteyiz.

   

          Durmuş zaman gibiydi geçmeyen zaman.

                                                                      Yahyâ Kemâl

   1- Benzeyen (benzetilen, müşebbeh) : zaman 

   2- Kendisine benzetilen (mişebbehünbih) : durmuş saat

   3- Benzetme yönü (Vech-i şebeh) : durup geçmemek, ilerlememek, durmuş

   4- Benzetme edatı (edat-ı teşbîh) : gibiydi

Bu örnekte geçmeyen zaman durmuş bir saate benzetilmektedir. Bu mısrada kullanılan kelimelerin tamamı gerçek anlamlarında kullanılmıştır. Bununla birlikte “durup geçmeyen zaman” gerçekten durmuş bir saat değildir. Mecâzî bir benzerlik söz konusudur. Yani kelimeler gerçek anlamlarında kullanıldıkları halde meydan getirdikleri anlam bütünlüğü mecâzî bir yapı kazanır. Bu örnekte, şair kendi ruh sıkıntısından doğan zamanın bir türlü geçmeyişini, durmuş bir saate benzeterek okuyucu üzerindeki etkiyi arttırmaya çalışmıştır.

   TEŞBÎH ÇEŞİTLERİ : Benzetme ögelerinden (erkân-ı teşbîhten) birisinin yada birkaçının kullanılıp kullanılmamaları açısından yaygın tarife göre dört türlü teşbîhten söz etmek mümkündür.

   1- Mufassal Teşbîh (Teşbîh-i Mufassal, tafsilatlı, ayrıntılı teşbîh) : Benzetme ögelerinin tümünün bulunduğu teşbîhe mufassal teşbîh denir.

 

         Ali aslan gibi cesurdur.

   1- Benzeyen-benzetilen : Ali

   2- Kendisine benzetilen : aslan

   3- Benzetme yönü : cesaret

   4- Benzetme edatı : gibi

       

Meltem’ in gözleri deniz rengi gibi masmavidir.

   1- Benzeyen : Meltem’ in gözleri 

   2- Kendisine benzetilen : deniz rengi

   3- Benzetme yönü : masmavilik

   4- Benzetme edatı : gibi

 

         Bir güzel yırtıcı kuş gözleri gördüm, baktım

         Som mücevher gibi kan kırmızı tırnaklarına

                                                                Yahyâ Kemâl

   1- Benzeyen : tırnaklar 

   2- Kendisine benzetilen : som mücevher

   3- Benzetme yönü : kırmızılık, kırmızı renkte oluş

   4- Benzetme edatı : gibi

 

   2- Muhtasar Teşbîh (Teşbîh-i muhtasar, kısaltılmış, ayrıntısız teşbîh) : Teşbîhin ögelerinden (erkân-ı teşbîhten) benzetme yönü (vech-i şebeh) söylenilmeden yapılan teşbîhtir. Yani bu tür teşbîhlerde benzetme yönü bulunmaz.

 

         Ali aslan gibidir.

   1- Benzeyen : Ali 

   2- Kendisine benzetilen : aslan

   3- Benzetme yönü : -

   4- Benzetme edatı : gibi

 

          Hizmetçiye gel der gibi Azrail’e gel der.

                                                                Yahyâ Kemâl

   1- Benzeyen : azrail 

   2- Kendisine benzetilen : hizmetçi

   3- Benzetme yönü : -

   4- Benzetme edatı : gibi

 

        Âb-gine içinde mey gibidir

          Leb-i la’lin hayâli dilde müdâm

leb : dudak

la’l : yakut

müdâm : devamlı, sürekli,daima

âb-gîne : billur, kristal; şişe, sürahi; kadeh; ayna, elmas; kılıç; gözyaşı; şarap

mey : içki, şarap

(Yâkuta benzer, yâkut renkli dudağının hayâli gönülde devamlı kadeh içindeki şarap-içki gibidir. / Yada : ey sevgili, senin yâkuta benzer dudağının hayâli gönlümde sürekli kadeh içindeki içki-şarap gibidir. / Senini dudağının hayâli hiç aklımdan, hatırımdan gitmiyor, çıkmıyor.)

La’l (yâkut) : Kırmızı; kırmızı renkte bir taş. Şarap da kırmızı renktedir. Kadehin şekli de kalp şekline benzer şeklinde düşünülmüştür. Şarap da dudağa götürülerek içilir vs. Dudak-lal aynîleştiriliyor, özdeşleştiriliyor. Şairin dudağında tıpkı mey tadı, lezzeti veriyor ve onun gibi aklımı başımdan alıyor, sarhoş ediyor.

   1- Benzeyen : Sevgilinin dudağının hayâli

   2- Kendisine benzetilen : Kadeh içindeki şarap, mey

   3- Benzetme yönü : Sarhoş etme, aklı baştan alma, kırmızılık

   4- Benzetme edatı : gibi

 

   3- Müekked Teşbîh (Teşnîh-i müekked, te’kid edilmiş, eksiltilmiş) : Benzetme edatı bulunmayan teşbîh türüne denir.

 

          Yalnız bu katta mümkün olur dâimî uçuş

          Her hamlesiyle rûh, o çelikten kanatlı kuş

                                                                  Yahyâ Kemâl

   1- Benzeyen : ruh 

   2- Kendisine benzetilen : çelik kanatlı kuş

   3- Benzetme yönü : uçma, uçuş (ruhun da uçar gibi göğe yükseldiği fikri)

   4- Benzetme edatı : -

 

         Sürekli sevgiyi duydukça anne topraktan

   1- Benzeyen : toprak 

   2- Kendisine benzetilen : anne

   3- Benzetme yönü : sevgi duymak, göstermek

   4- Benzetme edatı : -

 

   4- Beliğ (güzel, uz) Teşbîh (Teşbih-i Beliğ) : Sadece benzeyen ve kendisine benzetilen ögeleriyle yapılan teşbîh türü olup teşbihin en makbul çeşididir.

 

          Som gümüşten sular üstünde giderken ileri

                                                                        Yahyâ Kemâl

   1- Benzeyen : sular 

   2- Kendisine benzetilen : som gümüş

   3- Benzetme yönü : -

   4- Benzetme edatı : -

 

         Fark etmez anne toprak ölüm mâceramızı

                                                     Yahyâ Kemâl

   1- Benzeyen : toprak 

   2- Kendisine benzetilen : anne

   3- Benzetme yönü : -

   4- Benzetme edatı : -

 

         Hulyâ tepeler, hayâl ağaçlar

                                          Yahyâ Kemâl

   1- Benzeyen : tepeler, ağaçlar 

   2- Kendisine benzetilen : hulyâ, hayâl

   3- Benzetme yönü : -

   4- Benzetme edatı : -

Bu örnekte görüldüğü üzere birden fazla unsurun da birbirine benzetildiği olur. Hatta özellikle birden fazla unsur arasında yapılan edebî sanatlar vardır.

Edebî sanatlardan bahseden eserlerde teşbîhin bu yaygın dört çeşidinin dışında, kullanışlarına göre de teşbîh çeşitleri hakkında bilgi verilmiştir.

 

TEŞHİS ve İNTAK : Teşhis, sözlükte kişileştirme, kişilik verme; intak ise konuşturma, söyletme, dile getirme anlamlarındadır.

Edebiyat terimi olarak teşhis, insan dışındaki canlı ve cansız varlıkları, düşünen, duyan ve hareket eden insan kişiliğinde göstermek, kişileştirmektir. Bu sanat yapılırken teşbih, istiâre, mecaz ve mübalâğa gibi diğer sanatlardan da yararlanılır.

İntak ise kişileştirilen varlıkların konuşturulmasıdır. İntakta kesinlikle teşhis vardır; Çünkü konuşan tek canlı varlık insandır. Fakat teşhiste her zaman intak olmayabilir (bir diğer ifadeyle teşhis tek başına da kullanılabilir ancak intak teşhissiz olamaz.)

Teşhis ve intak sanatına daha çok masal ve fabllarda, günümüzde ise özellikle çizgi filmlerde rastlanır.

Teşhis, insana ait özellikleri başka varlıklara verme, bir diğer ifadeyle diğer varlıkları tek öğe ile (benzeyen ile) insanlara benzetme olduğundan kapalı istiare ile çok yakından ilgili bir sanattır. Zirâ hatırlanacağı üzere kapalı istiarede tek öğe ile (benzeyen ile) yapılır ve kendisine benzetilen söylenmez. Teşhis ile kapalı istiâre arasındaki yakın benzerliğe rağmen aralarında bazı farklılıklar vardır :

   1- Teşhiste varlık sadece insana benzetilir (ona insan özellikleri verilir). Kapalı istiârede ise varlığın, insan dışındaki çeşitli varlı ve kavramlara da benzetilmesi mümkündür.

   2- Teşhis genellikle intak sanatıyla birlikte bulunur, yani insana benzetilen varlık, insan gibi konuşturulabilir. Ancak kapalı istiârede konuşturma maksadı yoktur ve intak olmayan bir yerde de kapalı istiâre olabilir. Yada yani kapalı istiârenin bulunduğu yerde konuşturma var ise bu intaktır. Zirâ konuşturma kapalı istiarenin maksat ve fonksiyonu değildir.

 

         Gül hasretinle yollara tutsun kulağını

         Nergis gibi kıyamete dek çeksün itizâr

                                                      Bâkî (Kanuni Mersiyesinden)

İntizar : Bekleyiş

Bu örnekte; gül insana benzetilmiş, insan gibi düşünülmüş dolayısıyla insana ait hasretle yollara kulak tutmak ve beklemek özellikleri ona verilmiştir. Gülde; kişileştirme, teşhîs sanatı vardır. Ayrıca gül, insana benzetilmiş olduğundan benzeyen; gül’ün olup, kendisine benzetilenin; insan’nın olmayışı sebebiyle kapalı istiâre de bulunmaktadır. Bunların yanı sıra gül-nergis, hasret-intizâr kelimeleri arasında tenâsüp sanatı vardır.

 

         Olsun gamında bencileyin zâr u -karar

         Âfâkı gezsin ağlayarak ebr-i nev-bahâr

                                                      Bâkî (Kanuni Mersiyesinden)

Ebr-i nev-bahâr : İlkbhar bulutu kişileştirilmiştir, teşhîs sanatı vardır. İlkbahar bulutu kişileştirilerek insana benzetilmiş ve kapalı istiâre sanatı yapılmıştır.

 

          Aslan emretti :

          “- Hadi bu aslan neredeyse bana göster.”

         Tavsan aslanı bol ve berrak su ile dolu bir kuyu başına götürerek içine baktı ve:

          “- İşte burası” dedi.

                                                             Kelile ve Dimne’den

Aslan ve tavşan kişileştirilmiş ve konuşturulmuştur. (Bu örnekte aslan ve tavşan insana benzetilmiş; kendisine benzetilen: insan -yok-, kapalı istiâre var. Ayrıca intak sanatı da vardır.)

 

          Güğüm bir gün testiye :

          “- Yola çıkalım.” dedi.

          Testi :

          “-Korkarım.” dedi.

          Evde kalmak istedi.

(Teşhis ve intak sanatı var.) Bu örnekte güğüm ve testi hem kişileştirilmiş hem de konuşturulmuştur. (Cansız varlıklarla da intak ve teşhis sanatı yapılabilir.)

 

          İki hançer takınmış ey Bâkî

          Hasta çeşmi solunda sağında

                                                           Bâkî

Şair, sevgilisinin gözünü, bakışını kuşağının sağına ve soluna hançer takınmış bir insana (savaşçı vs.) benzetmiş, gözü (bakışı) kişileştirmiştir.

 

 Tevriye:

Bir sözün birden fazla anlama gelecek biçimde kullanılması sanatıdır. Bu sanatta sözün bütün anlamları gerçektir.

Ama yakın anlam söylenip uzak anlam kastedilir.

 

Bu kadar letafet çünkü sende var

Beyaz gerdanında bir de ben gerek

ben: 1. kişi zamiri ve vücuttaki koyu renkli leke (kastedilen, ikincisi, yani uzak olan)

 

Avazeyi bu aleme Davud gibi sal

Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş

 

Bana Tahir Efendi kelp demiş

İltifatı bu sözde zahirdir.

Maliki mezhebim benim zira

İtikadımca kelp tahirdir.

 

“Tahir” sözcüğü hem “temiz” demektir hem de “Tahir Efendi"nin kendisidir ve her iki anlam da gerçektir.

Yakın olan ama kastedilmeyen anlam “temiz”dir. Uzak olan ama kastedilen anlam ise “Tahir Efendi”dir.

 

Dedim dilber niçin sararıp soldun

Dedi, çektiğim dil yarasıdır.

dil: yakın: gönül, uzak: söz, konuşma organı

 

Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül

el: yakın: organ, uzak: yabancı

 

Verdim gönül o gül-ruhun aline aldanıp

Etmezdi kimse eylediğim rengi ben bana

al: yakın: kırmızı; uzak: hile

 

Sordum Nigâr’ı dediler ahbab

Semt-i Vefa’da doğru yoldadır.

Vefa: yakın: sözünde durma; uzak: Vefa semti

Doğru yol: yakın: dürüstlük; uzak: sokak adı

Ama burada uzak anlamın kastedildiğine dair başka bir iz yok.

 

Koyup kaldırmada ikide bir de

Kazan devrildi, söndürdü ocağı

 

Gül gülse daim ağlasa bülbül acep değil

Zira kimine ağla demişler kimine gül

TEZÂD (Birbirine zıt olma, birbirinin karşıtı olma) :

Bir konuda ortak yanları bulunan anlamca zıt iki kavramdan birini gerçek, diğerini mecazî anlamda kullanmaya tezat denir. Edebî sanatlardan bahseden kaynakların bir kısmında anlamca zıt olan her kelime tezat sayılmıştır. Halbuki tezat sanatının meydana gelebilmesi aralarında tezat bulunan kelimelerden birinin gerçek diğerinin mecazî anlamına bağlıdır. Yoksa soğuk-sıcak, uzun-kısa, büyük-küçük vb. dilbilgisi bakımından (salt anlam olarak) karşıt-zıt olan kelimeleri arka arkaya sıralamak yapı itibariyle tezatı oluştursa da edebî sanat olarak tezat sayılmaz. Tezat sanatı, divân edebiyatında, tıbâk (uyma, uygunluk), mutâbakat (uyum), tatbîk ve tekâfü (birbirine denklik) adlarıyla da anılır. (Anlamca olmasa da kullanımda ortaya çıkan mana sonuç bakımından denk, aynı kapıya çıkan, aynı maksadı anlatmaya yarayan vb. manasında vs.)

Tezat sanatı üç esasa dayanır :

   1- Şair bu sanatta aynı kavrama iki zıt yönden bakar. 

   2- Bu bakış yönlerinden biri mecazî diğeri ise gerçek anlamdadır.

   3- Bu iki yön bir kavrama, ortak bir noktaya bağlanmalıdır.

 

         Ne efsûnkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet

         Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten

                                                                              Nâmık Kemâl

(Ah, ey hürriyetin güzel yüzü, ne büyüleyiciymişsin; gerçi esaretten-kölelikten kurtulduk ama, bu sefer de senin aşkının esiri-kölesi olduk.)

Bu örnekte hürriyetin önce esaretten kurtarıp, sonra da kendisine esir-köle etmesinde tezat sanatı vardır. Zirâ esir eden de âzat eden de (esaretten kurtaran da) hürriyettir. Hürriyetin esaretten kurtarması gerçek anlamdadır. Hürriyet gelince esaretten kurtulunur. Fakat, hürriyetin aşkına aşkına esir etmesi ise mecâzî anlamdadır. Yani hürriyetin aşkına esir olmak, ona kuvvetle bağlanmak, âşık olmak manasındadır. Zirâ hürriyet halkı zincire vurmuş değildir. Görüldüğü üzere bu örnekte, biri gerçek biri de mecazî anlamda kullanılmış iki zıt kavramın bir arada kullanılması söz konusudur vb.

 

          Ne siyâh eylemiş bu nâsiyeyi

          Saçımı bembeyaz eden bahtım

                                                   Abdülhak Hâmid Tarhan

Nâsiye : alın

(Saçımı bembeyaz eden bahtım, tâlihim bin anlı (mı) ne kadar kara eylemiş.)

Bu örnekte tezat sanatı “siyah alın” ile “bembeyaz saç” kelimeleri arasında vardır. Beyazla siyah anlam bakımından birbirine zıt olmakla birlikte, bu kelimelerin birleştiği ortak nokta “baht” kelimesi, kavramıdır (kötü talihli olduğu, başının bir türlü dertten kurtulmadı vs.). Aralarında tezat bulunan kelimelerden “siyah alın” mecazî anlamda (zirâ alın gerçekte siyah değildir), “bembeyaz saç” ise gerçek anlamada kullanılmıştır. Burada hem alnı siyah eden hem de saçı bembeyaz eden, iki zıt işi birden yapan, yapabilen “baht” tır. Dolayısıyla tezat sanatı meydana getirilmiştir.

   1- Talih, baht kelimelerine iki zıt görev, fonksiyonu ile bakılmıştır. 

   2- Bu bakış bir mecazî, biri hakikî

   3- Bu iki yön baht, talih kavramına, konusuna bağlanmıştır.

NOT : İki düşünce, duygu, hayâl ve kavram arasında birbirine karşıt, zıt olan nitelik ve benzerlikleri bir arada söyleme, bulundurma sanatı olarak da tanımlanmaktadır. Bu tanıma göre özellikle zıt durumların bir arada bulundurulması esastır, gerçek yada mecazî anlamda kullanım söz konusu değildir ve böyle bir şart aranmaz. Zihne çarpan zıt, karşıt anlamlar, kelimeler okuyucuda iki zıt durumu birlikte düşündürür.

 

          Kan, ol gül gülerek geldiği demler şimdi

          Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz

                                                                       Mâhir Baba

İkinci mısrada şair, “ağlarım” ve “gülüştüklerimiz” kelimelerini bir araya getirerek tezat yapmıştır.

 

 

Ana sayfaya git

Free Web Hosting