|
Gerçekçiliğin türleri ve büyük adları
Homeros'tan
Maksim Gorki'ye değin tüm yazarlar insanı insana anlatmayı
amaçlamıştır. Ne ki bu anlatım, yazarların insana bakış açısına,
toplumsal görüngüye (perspektife) göre değişiklik göstermiştir.
Çünkü yazınsal yaratılarda özü de, biçimi de belirleyen
yaratıcıların dünya görüşü, bu görüş doğrultusunda dünyayı
algılayışıdır. Ancak bunu da bir başına bağımsız bir etken olarak
düşünemeyiz. Yazarı biçimleyen, yönlendiren etkenler de vardır. Bu
etkenlerin başında her yaratıcının "toplumsal ve tarihsel bir
bütünün parçası" olduğu gerçeği gelir.
Gerçekçiliğin
çıkış noktası bir yazarın parçası olduğu tarihsel ve toplumsal
bütünün doğrultusunda yaşama yönelmesidir. Daha kestirme bir
söyleyişle bir yazarın içinde yaşadığı, soluduğu dünyayı eleştirel
bir gözle algılaması ve yansıtmasıdır. Bu yansıtımın yönü ve
nitelikleri değişiklikler göstermiş, bunun için de eleştirmenler,
yazın kuramcıları gerçekçiliği değişik türler altında
toplamışlardır.
Eleştirel gerçekçilik
Geleneksel
gerçekçilik, "burjuva gerçekçiliği" gibi terimlerle de adlandırılan
eleştirel gerçekçilik temelde coşumculuğun toprağında boy atıp
gelişmiştir. 1848 ayaklanmasının doruk noktasına vardırdığı
toplumsal tedirginliğin nedenlerini ve çelişkilerini coşumcular,
bütünselliği içinde görememişlerdi. Kentsoylu yaşayışının ve
anamalcı düzenin insanı tüketen yırtıcılığını görüyor, gelgelelim
bunun nedenlerini anlayamıyor ve araştıramıyorlardı. Kentsoyluluğun
sürdürdüğü düzeni ve bu düzenin biçimlendirdiği bilincin
çözümlenmesi gerekiyordu. Bunu eleştirel gerçekçiler başardılar.
Çevrelerini gözlemleyen, gözlemlediklerini eleştiren bir yaklaşımla
eğildiler topluma. Eğildikleri toplumun dokusundaki değişmeyi B.
Suchkov andığımız yapıtında şöyle çiziyor:
"...Burjuvazi,
özgürlüğünün bayramını yapıyordu. Karmanyolanın yerini kankan dansı,
Frikya kepinin yerini melon şapka almış, renkli işlemeli Hussar
üniformasının yerine de yeni dünyanın hekimi, borç ve kredi
şövalyesinin giydiği frak gelmişti. Ateşli konuşmalarıyla dünyayı
sarsan Konvansiyon Meclisi'nin söylevcileri gitmiş, yerini geveze
parlamenterler almıştı. Burjuvazi süngü takmış, başkalarına
amansızca dayatıyordu kendi yönetimini. Temmuz İhtilalinde,
kitleleri hiç acımadan barikatlarda biçmiş; insan haklarını
kendilerine uygulanması küstahlığını gösteren Lyonlu işçilerin
kanını dökmüş, Silezyalı dokuma işçilerinin ayaklanmasını ezmiş;
burjuvazinin ilan ettiği demokratik özgürlüklerin, işçi sınıfını
kapitalist kölelikten kurtaracağına inanacak kadar saf olan
Şartistler'e karşı kuvvetlerini harekete geçirmiştir." (s.
111).
İnsan ile
çevresi, insan ile toplumsal yapı arasındaki ilişkilere ayna tutan
gerçekçiler, insanı tüketen ve onu insansal özelliklerinden soyarak
yırtıcılaştıran koşullar karşısında öfkeyle solurlar. Eleştirel bir
tutum takınırlar. Başta da belirttiğimiz gibi gerçekçiliğin başat
yönelimi olan çözümleme yoluna başvururlar. Bunların başında
gerçekçilik akımının dev adı Honore de Balzac (1799-1850) gelir.
Yaşamın içinden yola çıkarak anlattığı insanları doğal ve toplumsal
çevresi içinde çözmeye çalışır. Şöyle der izlediği yöntem üzerine:
"Bir kitap yazmadan önce yazar, ya karakterleri çözümlemeli, bütün
törelerin içine girmeli, dünyayı gezmeli, bütün tutkuların
yaşantısına katılmalı ya da tutkular, ülkeler, törelerden
geçmelidir."
Tutkuları en
yoğun biçimde betimleyen Balzac tipik olanı yansıtır. Eleştirel
gerçekliğin anayasası saydığı çizgiden, bireyin yaşamıyla toplum
yaşamını, tarihle toplum gerçeğini emiştirerek verme çizgisinden
ayrılmadan yapmıştır bunu. Eugenie Grandet, Goriot Baba,
Vadideki Zambak, Cesar Biretteau, La Cousine Bette... gibi
yapıtlarında dönemini nesnel bir doğrulukla yansıtmıştır.
Denilebilir ki içinde yaşadığı toplumu bir tarihçi tutumuyla
incelemiş, romanlarında insanları acıklı durumlara düşüren etkenleri
göstermeye çalışmıştır. Eleştirel bir yaklaşımla "töreleri,
görenekleri, alışkanlıkları, zevkleri, bilimsel buluşları, mali ve
banka işlemleri, ipotek işleri, toprak alışverişleri, hukuk
kurumlarını, kilise ile devlet arasındaki ilişkileri, miras
yasalarını ve ekonomik yasamayı inceleyerek ve süslü salonları,
tefecilerin odalarını, şehirde ayaktakımının yaşadığı yerleri,
kırsal Fransa'nın töre ve ahlakını" güzelduyusal bir doku içinde
çizmiştir.
Balzac'ta
gördüğümüz eleştirel tutumu ve gerçekçilik yöntemini Henri Beyle
Stendhal (1783-1842) de sürdürmüştür yapıtlarında. Özellikle bir
dönemi değişik boyutlarıyla bir kişinin yaşam serüveni içinde
bütünleştirerek vermeyi amaçlamıştır. Çizdiği tipler (Julien Sorel,
Mösyö de Renal, Fabrice del Dongo, Lucien Leuvven, Kont Mosca)
bireysellikleri, sınıfsal katmanları yönünden birbirlerinden
ayrılıklar gösterirler. Ancak bütün bu kişilerin ortak yanı, ilgili
oldukları tarihsel kesitin (burjuva tarihinin kahramanlık
günlerinin, devrim ve Napolyon çağının) iğrençliğinden izler
taşımalarıdır. İnsan açısından bir savaş alanı olarak görür Stendhal
dış dünyayı. Yoksullarla varsıllar arasında sürüp giden savaşın
ayrımına varmıştır. Tüm eleştirel gerçekçilerin ortak bir yanıdır bu
da. Nitekim Kırmızı ve Siyah'ta, Parma Manastırı'nda bu açıdan,
insanla çevresinin ilişkileri açısından duyguların, tutkuların
çözümlemesine girişir. Savaşı, sevgii, kiliseye karşı duyulan
nefreti yalın, açık ve aydınlık bir biçimde sergiler.
Eleştirel ya da
geleneksel gerçekçiliğin Fransız yazınında üçüncü büyük adı Gustave
Flaubert'dir (1821-1880). Gerçekçiliğin bir yöntem olarak
benimsenmesinde etkin bir yeri olmuştur Flaubert'in. Yukarıda ksa
bir alıntı yaptığımız Madame Bovary adlı romanında kentsoylu yaşam
düzeninin insanı nasıl tükettiğini eleştirel bir tutumla ortaya
koymuştur. Bunu yaparken eleştirel gerçekçiliğin başat ilkesi olan
tileştirme ve yaşam çözümlemesine bağlı kalmştır. Ancakdış dünya ile
insanın iç evreni arasındaki etkileşimi çizerken devingen değil,
duraldır. Salammba, Duygusal Eğitim, Üç Hikâye... adlı
yapıtlarında da bu nitelikleri açık seçik görüyoruz.
Eleştirel
gerçekçilik toplumdaki çatışma ve çelişkilerin bir sergilemesini
yapar. Nereden kaynaklanmaktadır bu çelişkiler ve çatışkılar? Bu
sorunun yanıtını da araştırır. Fransız yazınında eleştirel
gerçekçiliğin bu yönünü derinleştiren ve akımın büyük işçilerinden
biri de Guy de Maupassant'tir (1850-1893). İnsan karakterini
biçimlendiren insanın içinde soluduğu toplumsal koşullardır
gerçeğini yaratılarında bütün yönleriyle somutlamaya çalışmıştır.
Bunu toplumun her kesiminden seçtiği kişilerle, bu kişiler
arasındaki çıkar çatışmaıarıyla göstermiştir. Tombalak, Ayışığı,
Küçük Roque... gibi öykü yapıtlarında Bir Hayat, Güzel Dost,
Ölüm Gibi Kuvvetli, Pierre ve jean... adlı romanlarında
bürokratından para pul düşkünü aç gözlü küçük kentsoylulara; para
babalarından kaldırım yosmalarına; varsıllık ardından koşan taşra
budalalarından genelev işleticilerine varıncaya değin kişilere
rastlarız. Tüm bu insanları yönlendiren ana güdü özdeksel çıkar kay-gısıdır.
Anamalcı düzen ve kentsoylu yaşam da bu kaygıyı körüklemekte insanı,
insansal niteliklerinden soymakta, hayvanlaştırmaktadır.
Yapıtlarının altyapısını oluşturan temel gözlem budur
Maupassant'da...
Yazarların
yazınsal yaşamında olduğu gibi, ülkelerin yazınında da değişik
boyutlar içerir eleştirel gerçekçilik. Bir kez eşzamanlı bir
bağıntı düşünülemez. Daha doğrusu bütün ülkelerde aynı zaman dilimi
içinde başladığı söylenemez. Ancak yönsemeler ve yöntem ortaktır.
Nitekim Balzac'ın, Stendhal'ın insan doğasını çizmedeki ustalığını
İngiliz yazınında eleştirel gerçekçiliğin büyük adlarından biri olan
Charles Dickens (1812-1870) benimsemiştir. İnsan kişiliğini
oluşturan çizgilerden birini seçme, sivriltme, geliştirme ve
yoğunlaştırma yolunu izlemiştir. Pickwick'in Kâğıtları, Oliver
Twist, Nicolas Nileby, Antika Dükkânı, David Copper-field...
kişiler ve bunların içinde yaşadıkları nesnel koşullar yönünden
zenginlikler taşır. Tüm eleştirel gerçekçilerde olduğu gibi insanlar
arasındaki sınıfsal çatışmalara da eğilmiştir Dickens. Varsıllarla
yoksullar arasındaki dengesizliğe Oliver Tvvist'te ayna tutmuş,
yoksul kesimin dertlerini ve sıkıntılarını nesnel bir doğrulukla
yansıtmıştır.
Charles
Dickens'in izinden yürüyen ve eleştirel gerçekçiliğin ilkeleri
açısından dünyaya bakan başka yazarlar da vardır. George Eliot
(1819-1890) bunlardan biridir. Adem Bede, Silas Marner, Romala..
gibi romanlarında Eliot insan ilişkilerinin altında yatan nedenleri
göstermeye çalışır. Bencillik, para tutkusu insanı törel yönden
tüketmektedir. Bu tutkulardan arıtılırsa yaşam güzelleşecektir.
George Eliot
gibi, eleştirel gerçekçiliğin içinde yer alan ba^ka adlar da vardır
İngiliz yazınında. Örneğin Çılgın Kalabalıktan Uzak, Yerlinin
Dönüşü, Casterbridge Valisi adlı yapıtlarıyla insan gerçeğini
aydınlatmaya çalışan, bunu yalın, duru bir söyleyişle gerçekleştiren
Thomas Hardy (1840-1928); insanların tutkularını, sevgi ve iyilikle
dengelemeye çalışan, bunu JaneEyre, Rüzgârlı Bayır
romanlarıyla somut-layan Charlotte Bronte (1816-1855); Define
Adası, Doktor Jekyll ile Mr. Hyde... türünden serüven
romanlarıyla bilinen Robert Louis Stevenson (1850-1894) ilk
elde düşünülen adlar arasında yer alır. Bunun gibi yapıtlarının
dokusunu, toplum ve ekonomik sorunların bireyler üzerindeki
etkileri oluşturan, kişilerini halkın dertlerini yansıtmada belirli
katmanlarla özdeşleştiren, Candida, Caesar ve Kleo-patra, Ermiş
Jeanne adlı oyunlarıyla Bernard Shavv'u (1856-1950) da eleştirel
gerçekçiliğin içinde anabiliriz.
Eleştirel
gerçekçiliğin terimsel anlamıyla iki yönü olduğunu belirtmiştik. E-leştirelliğin
bir tutum, gerçekçiliğin de bir yöntem olduğunu söylemiştik. Bu
bağlamda Amerikan yazınında eleştirel gerçekçiliğin büyük adı
Herman Melville' dir. Yapıtları içinde özellikle Moby Dick'le
eleştirel gerçekliğe yeni bir boyut kazandırdığı söylenebilir.
Yaşananı ve algılananı bir fotoğraf gerçekçiliğiyle yansıtma yerine
simgelemeye başvurma yoludur bu. Dış dünyayı simgeler yoluyla
aydınlatmaya çalışma da denebilir. Gerçekte bu simgeleme yoluyla da
insanı tutsaklaştı-ran, tüketen, çıkarların tutsağı yapan düzeni
eleştirir Herman Melville. Bunun için de insanla insanı, insanla
doğayı daha doğrusu denizi karşı karşıya getirir. Bu karşılaşma da
duygular, coşkular, öfkeler değişik yönleriyle betimlenir. Ama tüm
bunların arkasında yatan insanoğlunu yönlendiren ana güdü vardır.
Romanı yönlendiren de bu güdü, anamalcı toplum düzeninin yücelttiği
ya da keskinleştirip koyulaştırdığı çıkar güdüsü. S. Eyuboğlu ve
Mina Urgan'ın dilimize kazandırdığı, Amerikan yazının ve eleştirel
gerçekçiliğin anıt yapıtlarından biri olan Moby Dick' ten
alıntıladığımız şu tümcelerde yazarın yaşadığı çağ ve dönem içinde
insanı nasıl algıladığını görebiliriz:
"Ahab'ın ihmal
etmediği bir şey daha vardı. Büyük heyecan anlarında, insan bütün
aşağılık hesapları küçümser. Ama bu heyecan anları geçicidir.
'İnsanın sürekli davranışı çıkarını düşünmektir' diyordu Ahab.
'Gerçi Beyaz Balina, vahşi tayfalarımın yüreklerini sardı; yırtıcı
taraflarını okşadı; içlerine bir kahramanlık tohumu attı; ama keyfi
için avlayacakları Moby Dick'in yanında, onların gündelik
iştahlarını besleyecek şeyler de lazım. Ortaçağın Haçlı
Seferleri'ndeki yüce kahramanlar bile, Kudüs'ü almak için
düştükleri binlerce fersah yolları aşarken, boş durmuyorlardı; bir
yandan da çalıyor çırpıyor, yankesicilik ediyor, din uğruna türlü
talanlara girişiyorlardı. İş sadece Kudüs'ü almaya kalsaydı,
birçokları asıl gayeleri olan bu romantik işten bıkıp vazgeçerlerdi.
Bu adamların elinden para kazanmak umudunu almamalıyım. Evet para
kazanmak umutları olmalı", (s. 308-309).
Melville'in
Moby Dick'i eleştirel gerçekçiliğin tutum ve yöntemini bütün
yönleriyle örneklendirir. Yer yer "balina ve balinacılık" üzerine
bilgiler de verir. Melville'in yanı sıra Kızıl Harf, Yedi Çatılı
Ev romanlarında insanların toplumsal koşulların baskısı altında
içine düştükleri ruhsal çatışmaları anlatan Nathaniel Haw-tohorne
(1804-1864); Misisipi'de Hayat, Tom Sawyer'in Maceraları,
Huckleberry Finn'in Maceraları adlı yapıtlarıyla Mark Tvvain
(1835-1910) de anılabilir.
Eleştirel
gerçekçiliğin Rusya'daki gelişimiyse geniş yığınlara yönelik bir
özellik taşımıştır. Yazınsal ürünlerin değişik türlerinde
gözlemleyebiliriz bunu. Niko-lai Gogol'un (1809-1852) taşlama ve
yergi üzerine kurulu büyük güldürüsü Müfettiş, toprak
köleliğinin egemen olduğu Çarlık Rusya'sına tutulmuş bir ayna
niteliğini taşıyan Ölü Canlar adlı yapıtları eleştirel
gerçekçiliğin başarılı örnekleri arasında sayılmaktadır. Bu
örneklerin yanı başına İvan Aleksandroviç Gonçarov' un (1812-1891)
ünlü yapıtı Oblomov'u yerleştirebiliriz. Eski Rusya'yı ve Rus
insanını belirleyici özellikleriyle yansıtan bir romandır Oblomov.
Tipleştirme ve yasam çözümlemesini Gonçarov bütün yönleriyle
bu romanında kullanmıştır.
Doğayı yansıtmak
eleştirel gerçekçiliğe aykırı bir tutum değildir. Ne ki doğa insanı
bütünleyen, açıklayan bir öğe olmalıdır. İvan Turgenyev'in
(1818-1883) yapıtlarında doğa ve insan iç içe, şiirsel bir anlatımla
verilmiştir. Duman ve Bakir Toprak adlı romanlarını bu
yönden, Babalar ve Oğullar'da. kuşaklar arasındaki
çatışmayı yansıtması yönünden ilginçtir.
Çarlık
Rusya'sında eleştirel gerçekçiliğin doruk adlarından biri de Lew
Nikolayeviç Tolstoy'dur (1828-1910). Hemen hemen köy ve köylülüğü
eleştirel bir tutumla yansıtan bir ayna görevini görmüş, Çarlığın
çöküşünü yönlendiren nedenleri ayrıntılı bir biçimde romanlarında
vurgulamıştır. Rus halkını baskı altında tutan, yönetici ve sömürücü
güçlere karşı yüreklerinde yeşeren kini, öfkeyi ve tiksintiyi ince
bir duyarlıkla algılamıştır Tolstoy. G. Lukacs'ın belirtimiyle O,
"1861'-den 1905'e kadar sürmüş olan köylü ayaklanmasının
sanatçısıdır. Bütün yaşamı boyunca yazdıklarında, sömürülen köylüler
görülür ya da görülmez, ama daima var olan baş
oyuncudur."Dünya yazınında önemli bir yer tutan, eleştirel gerçekçi
yapıtlar zinciri içinde yer alan Harp ve Sulh, Anna Karanına,
Ölümden Sonra Dirilme, İvan Ilyiç'in Ölümü, Hacı Murat...
gibi yapıtlarında Tolstoy, yaşamın akışını keskin bir gözlem
gücüyle değerlendirmiş, yığınlar arasındaki didişmeleri, töresel
çürümüşlüklerini köy ve.köylü dünyasının küçük ayrıntılarını
destansı bir dille sergilemiştir.
Kimi
eleştirmenler ve yazın kuramcıları eleştirel gerçekçilik içinde,
gerçekçiliğin ayrı bir türünden söz açarlar. Yaşam gerçeğini
soldurmadan veren bu türe "şiirsel gerçekçilik" adını verirler.
Gerçekçiliğin bu yönüne ağırlık veren yazarların başında da Anton
Çehov'u (1860-1904) gösterirler. Eleştirel gerçekçiliğin ana
ilkelerine bağlı kalan, yaşamı ayrıntılarıyla yansıtırken kişileri
toplumsal çevreleri içinde bunaltan, onların yaşamlarını zehirleyen
etkenleri olayların yırtıcılığına sığınmadan göstermiştir Çehov.
Öykülerinde olsun, Martı, Vanya Dayı, Üç Kızkardeş, Vişne
Bahçesi... adlı oyunlarında olsun insana Karşı sonsuz bir acıma,
onu ezen, tüketen koşullara da yergiyle yaklaşır. Yaklaşımını da bir
konuşmasında şöyle belirtir:
"Yazar geveze bir
kuş değildir hanımefendi... Eğer yaşıyorsam, düşünüyorsam, karşı
koyuyor, acı çekiyorsam bunların hepsi yazdıklarım içinde yansıları
olan şeylerdir. Ben size hayatı doğru yani bir sanatçı olarak
tanımlayacağım ve o zaman görmediğiniz, şeylere tanık olacaksınız.
Hayatın normalden ayrıldığını, çelişmelere düştüğünü bizzat
göreceksiniz."
Eleştirel
gerçekçiliğin belirleyici özelliklerinden biri de insanın iç
dünyasına eğilmesi, bu dünyayı özenli bir çözümleyişten
geçirmesidir. İnsanın içinde bulunduğu toplumsal çevrenin, onun iç
dünyasını nasıl etkilediğini, nasıl biçimlendirdiğini yansıtma da
diyebiliriz buna. Eleştirel gerçekçiliğin bu yönünü en başarılı
biçimde uygulayan romancı da Fiodor Mihayloviç Dostoyevski'dir
(1822-1881). "İnsan zihninin ve ruhunun anatomisini çıkarıp, insan
bilincinin en gizli kalmış bölgelerine uzanmış" bir yazardır. Suç
ve Ceza, Karamozof Kardeşler, Budala, Ölü Bir Evden Anılar...
gibi romanlarında insanın toplumsal boyutuyla ruhsal boyutunu
birlikte vermeye çalışmıştır.
Eleştirel
gerçekçilik XIX. yüzyılın ikinci yarısından günümüze değin sürüp
gelen bir akımdır. Yanıtı az çok değişik olmakla birlikte her yazar
büyük ölçüde şu sorunun ardına düşmüştür: İnsanoğlu nasıl bir
yaratıktır? Bu soruyu başka sorular İzlemiştir kuşkusuz: İnsan neyi
aramaktadır? Onun arayışını engelleyen etkenler nereden
kaynaklanmaktadır? Nasıl bir savaş sürüp gitmektedir insanın doğal
ve toplumsal çevresinde? İnsanoğlunun bu savaştaki yeri neresidir?
Bir genellemeye giderek diyebiliriz ki her eleştirel gerçekçi
sanatçının yaratısında bu sorulardan birinin ya da birkaçının
yanıtı bulunur.
Doğalcılık ya da doğalcı gerçekçilik
Eski
adlandırımıyla "natüralizm" gerçekçiliğin ayrı bir türü olarak
sayılabilir. Ne ki kimi yazın kuramcıları ve tarihçileri doğalcılığı
başlıbaşma bir akım gibi görmüş ve göstermişlerdir. Ancak
gerçekçilik nasıl coşumculuğun toprağında boy atıp gelişmişse
doğalcı gerçekçilik de (ayrı bir akım olsa bile) gerçekçiliğin
toprağında oluşmuştur. Dahası gerçekçi akımın temel ilkeleri olan
gözlemleme, nedenlere bağlama, akılcı bir yaklaşımla çözümleme,
gerçeği çarpıtmadan, işin içine duyguları katmadan yaslanma...
doğalcılığın ya da doğalcı gerçekçiliğin de ilkeleridir. Bunun için
doğalcılığı gerçekçiliğin ileri bir aşaması sayarsak yanılmış
olmayız.
Olguculuk
düşüncesi nasıl gerçekçilik akımının oluşumunda önemli bir etken
olmuşsa, doğalcılığın ya da doğalcı gerçekçiliğin oluşumunda da
belirlenimcilik önemli bir etken olmuştur. Belirlenimciliğin
(determinizm) yaslandığı görüş kısaca şöyle özetlenebilir: Doğa
olaylarında aynı nedenler, aynı koşullar altında, aynı sonuçları
doğurur. Deney yöntemi bu görüşün ürünüdür. Bu yöntemi Claude
Bernard (1813-1878) uygulamaya koymuş, canlı varlıkların
incelemesinde deneyleme yönteminden yararlanılabileceğini
kanıtlamıştı. Zola da (1840-1902) bu yöntemin insanın duygusal ve
düşünsel yaşamına uygulanabileceğini, yazınsal ürünlerin
yaratımında da kullanılacağını savunmuştur. Savuncasmı da
Deneysel Roman adlı yapıtında açıklamıştır. Şöyle ki dış
dünyanın nesnel ya da soğukkanlı bir biçimde yansıtılması yetmez.
XIX. yüzyıl, bilim yüzyılıdır. Bilimsel verilerden yararlanmak,
türlerin başlangıcı öğretisine olduğu kadar, çevrenin insanın
kişiliğini belirleyen etki gücü yasasına da bağlı kalmak gerektiğini
öne sürmüştür.
Doğalcılık,
gerçekçilikten hangi yönüyle ayrılır? Tipleştirmeye başvurmama,
yaşam çözümlemesinden yeterince yararlanmama... Bunun anlamı şudur:
Yazar dış dünyayı, yaşamı devingenliği içinde yansıtmaz. Belirli
koşulların bağlamı İçinde insanı ele alır, onun duygu ve düşünce
evrenini yetiştiği doğal ve toplumsal çevrenin etkisi doğrultusunda
çizer. Daha açıkçası kişiler istençleriyle davranamaz. Belirli
koşullardır onları yönlendiren. Oysa "gerçekçi yöntem, yazara
karakterin ya da çevresinin en önemli çizgilerini seçip vurgulama,
dolayısıyla da bunların gelişmesindeki eğilimleri anlama ve doğru
olarak tanıtma olanağını sağlar."
Emile Zola,
doğalcı ya da doğalcı gerçekçiliğin hem kuramcısı hem de işçisidir.
Nitekim Rougon-Macquart, İkinci İmparatorluk devrindeki bir
ailenin toplumsal ve doğal tarihi adlı yirmi ciltlik bir roman
dizisinde bir soyun (ırkın) başına gelen, sinir ve kanla ilgili
hastalıkların nasıl birbirini izlediğini göstermiştir. Bu dizide yer
alan Meyhane, Germinal... gibi romanlarda içinde bulundukları
korkunç koşulların insanı nasıl hayvanlaştırdığını
belirtmeye çalışmıştır.
Doğalcı
gerçekçilikte betimleme başat anlatım biçimlerinden biridir. Ne ki
betimleme sınırlı bir anlam içerir. Zola, "insanı belirleyen ve
tamlayan bir çevre resmi" diye tanımlar betimlemeyi. Plastik bir
gerçekçiliğe yöneliktir bu tür betimleme. Nesnelere çevriklik,
ayrıntıları belirli bir noktaya göre düzenleme doğalcılığın
betimleme biçiminde görülen özelliklerdir.
Doğalcılığın
temel çelişkisi insana bakış açısında düğümlenir. Çünkü insan
çevrenin biçimlendirdiği bir varlıktır, çevreden gelen etkilerin
altındadır. Ne ki Çevre üzerinde değiştirici, kendi yazgısını
biçimlendirici bir güç taşımaz. Toplumsal nedenselliği bir yana
atar, biyolojik nedenselliğe ağırlık verir.
Doğalcı
gerçekçilik toplumsal nedenselliği bir yana attığı için salt
yaşananın nesnel bir yansıtımıyla yetinmiştir. Siyasal ya da
insansal sonuçlar çıkarma, bu çıkarımlar üzerinde kimi yorumlara
yönelme doğalcı gerçekçiliğin yönteminde yoktur. Andığımız
yapıtlarında anamalcı düzenin, II. İmparatorluk döneminin yarattığı
yaygın yoksulluğu bütün yönleriyle sergilemiştir Emile Zola. Buna
karşın sergilediği koşulların değişebileceğini göstermemiştir, Çünkü
insanın koşulları değiştirme gücü yoktur. Doğalcı gerçekçi
yaklaşımın ölü noktası burada ortaya çıkıyordu. Yaşanılan gerçekler
yansıtılıyor, yansıtılan gerçeklerin içinden geleceğe bakılmıyordu.
Fransız
yazarlarından Alphonse Daudet (1840-1897) de jack adlı
romanıyla doğalcı gerçekçiliğin içinde yer almıştır. Anamalcı ve
işleyim toplumunun insan üzerindeki acımasız baskısına ayna tutar
bu yapıtıyla Daudet. Öte yandan Norveçli oyun yazarı Henrik İbsen'i
(1828-1906) de doğalcı gerçekçiliğin büyük adları arasında
anabiliriz. İnsanı dirimbilim (biyoloji) açısından ele alan, çevre
ve soyaçekim yasaları içinde biçimlendiren anlatıma yaslandırmıştır
yapıtlarını. Sözgelimi Hortlaklar adlı oyununda soyaçekim ve
çevrenin etki yasasının somutlamasını yapar. Şöyle de diyebiliriz:
İbsen, bu oyununda Darvvin'in çevrenin baskısı ve karakterlerin
oluşumu üzerine söylediklerini sanki kanıtlamak istemiştir.
Hortlaklar imgesi soyaçekimin yerini alır oyunda. Öyle ki oyunun
temel kişisi Osvvald'ı sayrılık yoklamasından geçiren doktor şöyle
der: "...Daha doğumda sende bir kurt yeniği varmış... Babaların
günahı oğullara geçer.
"Doğalcı
gerçekçiliğin temel yasalarından biri insanın yazgısını koşulların
ve çevrenin çizmiş olmasıdır. Bu çevre ve koşullara başkaldırsa da
onları değiştiremez. Nitekim Oswald'ın annesi Bayan Alving oğlunu bu
çevreden uzaklaştırmaya çalışır. Ancak sonuç değişmez. Oyunun bir
yerinde Bayan Alving çevreyi ve soyaçe-kimi hortlaklarla
özdeşleştirerek şunları söyler:
"Hepimizin
hortlaklar olduğunu düşünüyorum, rahip efendi. Sadece annelerimizin
ve babalarımızın bize bıraktıkları şeylerin içimizde hareket
etmesiyle kalmıyor ki. Her şey öyle: Bir sürü ölü fikir, hayatsız,
eski inançlar... Hiçbirinde hayat yok, buna rağmen her yanımızı
sarmışlar. Bunlardan kurtulamıyoruz bir türlü..."
Daha önce de
yinelediğimiz gibi, yazınsal akımların birbiriyle uyuşan ya da
çelişen yönleri vardır, Örneğin İbsen ve onun Hortlaklar'ı
üzerinde çalışan yazın kuramcıları salt doğalcı gerçekliğin
yasalarını saptamakla kalmamışlar, gerçekçiliğe ve kuralcı
gerçekçiliğe (klasisizme) de açık olduğunu söylemişlerdir onun.
Tıpkı onu izleyen bir başka oyun yazarı August Strinberg (1882-1912)
gibi. Baba adlı yapıtında doğalcı gerçekçiliğin dokusunu açık
seçik görebiliriz. Karı koca arasındaki çatışma üzerine temellenen
Baba oyunu sanki Darwin'in Türlerin Kökeni adlı
yapıtında öne sürdüğü doğal seçme yasasına göre oluşturulmuş
gibidir.
Zola'nın
kuramcısı ve uygulayıcısı olduğu doğalcı gerçekçiliğin doruk
adlarından biri de Alman oyun yazarı Gerhardt Hauptmann'dır
(1862-1946). Güneş Doğarken, Dokumacılar, Rose Berna, Güneş
Batarken ... gibi yapıtlarında doğalcı gerçekçi bir güzelduyusal
doku içinde ele alınmıştır insan. Özellikle Dokumacılar adlı
oyununda Zola'nın Germinol'indeki madencilerin ayaklanmasını
anıştıran bir yapı vardır. Bu oyunda Hauptmann Zola gibi, bireylerin
dramını değil yığınların dramını vurgulamaya çalışır. Bu dram
çevrenin insanlar üzerindeki yırtıcı baskısından kaynaklanır.
E. Fischer
Sanatın Gerekliliği adlı yapıtında anamalcılıkla sanat
arasındaki etkileşimi vurgularken sözü doğalcı gerçekçiliğe getirir
ve şunları söyler: "Burjuva sınıfının yozlaşmasını, halkın
yoksulluğunu, emekçi sınıfın direnişini Zola romanlarında bir çözüm
umudu olmadan, silkip atılması gereken bir karabasan gibi anlattı.
İşte doğalcılığın güçlü ve zayıf yanları korkunç toplumsal
koşulların bu nesnel betimlenişinde ve bu koşulların
değişebileceğini göstermeme direnişin-dcdir. ikiliği burada ortaya
çıkmaktadır. Belli bir süreden sonra doğalcılığın ya kendini aşarak
toplumculuğa dönüşmeye ya da kaderciliğe, simgeciliğe, gizemciliğe,
dinciliğe ve tepkiciliğe dönüşüp ortadan kalkmaya karar vermesi
gerekir." (s. 82-83).
Toplumcu gerçekçilik
Fischer'in bu
saptayımı gerçekleşmiş, gerçekçilikte yeni bir aşama başlamıştır.
Bu, salt kurulu toplumsal düzenin çarpıklıklarını,
yozlaşmışlıklarını, eşitsizliğini yansıtmayı değil; bunlara yol
açan düzeni değiştirmeyi de amaçlayan toplumcu gerçekçilik
yönsemesidir. Bu yönsemeyi bir terime ağdırarak adlandıran, ona
toplumcu gerçekçilik adını veren Maksim Gorki (1868-1936) olmuştur.
Ancak Gorkî'ye gelinceye değin bu yönseme adı konmamış, ilkeleri
saptanmamış olsa da bir yöntem olarak yazınsal yaratılarda
uygulanmıştır. Sözgelimi Fransız romancısı Anatole France
(1884-1924), Tanrılar Susamışlardı, Meleklerin İsyanı... gibi
romanlarında toplumdaki çelişmeleri, dengesizlik ve adaletsizlikleri
sergilemiş; işçilerin, emekçilerin tarihin akışı içindeki önemini
sezdirmeye çalışmıştı. Ne ki önemini sezdirmeye çalıştığı bu
güçlerin tarihin akışını, toplumun yapısını değiştirecek
gizilgücü taşıdıklarını algılayamamıştı.
Toplumcu
gerçekçiliğin boyutlanmasında Birinci Dünya Savaşı'yla, onun
ardından gelen Rusya'daki Ekim ihtilali'nin etkisi vardır. Anamalcı
toplum düzeninin, yeni bir toplum düzenine dönüştürme sürecini
başlatacak düşüncelerin yaygınlaşmasına, bu düşüncelerin yazınsal
ürünlerin dokusu içinde yer almasına yol açmıştır. Şöyle de
denebilir, anamalcı düzenin çok yönlü bir eleştirisini yapma, bu
düzenin yerini alacak olan toplumcu (sosyalist) düzeni gösterme
eğilimi güçlendi.
Toplumcu
gerçekçilik Marksist dünya görüşü üzerine oturan, dünyayı ve insanı
bu görüş doğrultusunda algılayan bir yazınsal akımdır. Toplumsal
çatışmayı ve bu çatışmanın insan üzerindeki etkilerini yansıtır. Bu
yansıtımın en güzel örnekleri Gorki'nin çizdiği İnsan
manzaralarında görülebilir. Anamalcı düzenin yırtıcılığını geleceğe
olan inanç ve iyimser bir yaklaşımla öykülerinde ve romanlarında
sergilemiştir. Bunu yaparken insanın hem kendisini hem çevresini
değiştirebileceği gerçeğini, kendi yazgısının demircisi olduğu
gerçeğini vurgulamıştır. İnsana "kendi kendisinin efendisi
olabilmesi için" savaşması gerektiğini nedensclli-ğiyle birlikte
göstermiştir. Anlatımını bu yönde biçimlendirmiş, şiirsel, açık ve
yalın, gülümseyen bir temel üzerine oturtmuştur. Serseriler,
Stepte, Yaşanmış Hikâyeler adlı öykü yapıtlarında, kendi
özyaşamöyküsü üzerine yasladığı Ekmeğimi Kazanırken, Benim
Üniversitelerim, Çocukluğum üçlemesinde Gorki'nin, daha doğrusu
toplumcu gerçekçiliğin bu yönü bütün boyutlarıyla görülebilir.
Ana, Arta-monoralar, Klim Samgin'in Hayatı, Foma ... gibi
roman türündeki yapıtlarıyla A-yaktakımı Arasında, Küçük
Burjuvalar adlı oyunlarında Rusya'daki kentsoylu sınıfın
çöküşünü, daha kapsamlı bir deyişle yaşadığı dönemdeki Rusya'nın iç
ve dış yapısını bireşimsel bir yöntemle aydınlatır.
Toplumcu
gerçekçilik yazında ideolojik boyutun ağır basması, güzelduyusal ve
sanatsal yönlerin arka plana atılması demek değildir. Tam tersine
ideolojik ilkelerle güzelduyusal ilkelerin bir kâğıdın iki yüzü
gibi ayrılmaz bir biçimde bileşimini içerir. Bu yönden yaşamı
zenginliklerinden soyarak anlatmaya, şematizme ve şablonculuğa
temelde karşıttır. İnsanı algılayış ve yansıtış yönünden de
böyledir bu. Çünkü insan içinde bulunduğu toplumsal çevrenin ürünü
olarak duyan, düşünen, tasarlayan bir varlıktır.
Toplumculuğun
toprağında boy atıp gelişen bir akımdır toplumcu gerçekçilik. Bu
yönden bireyle toplumsal düzen ve yapı arasındaki çatışmayı yansıtma
yerine bu çatışmayı ortadan kaldıracak, bireylerin gelişmesine
olanak sağlayacak; onları ruhsal ve fiziksel çöküşten, aktöresel
yozlaşmadan kurtaracak bir düzeni yansıtmayı amaçlar. Bu yönüyle de
eleştirel gerçekçilikten ayrılır. Eleştirel gerçekçilikte bireyin
kendini tüketen koşullara karşı nasıl direndiği, başkaldırdığı
gösterilmeye çalışılır. Toplumcu gerçekçilikteyse bu bireysel
direnti, bu bireysel başkaldırı kitlesel bir genişlik kazanır.
Kitleler girer romana, oyuna, öyküye. Böylece yazınsal yaratıların
insan dokusu değişir. Nitekim Gorki gibi toplumcu gerçekçiliğin
işçilerinden ve kuramcılarından biri sayılan Mihail Şolohov (1905-
...) yapıtlarıyla akımın bu yönsemesini somutlamıştır.
Mihail Şolohov,
Don kazaklarının Birinci Dünya Savaşı'ndaki ve Rus İhtilalin-deki
serüvenlerini Ve Durgun Akardı Don adlı yapıtında anlatır. Bu
uzun soluklu roman, bir savaş romanı olmaktan çok, toplumcu
gerçekçiliğin romana uygulanması gibidir. Toplumcu gerçekçiliğin
belirleyici özellikleri romanın dokusuna ustaca sindirilmiştir.
Şöyle ki yazar, bu romanında, insanın, eski düzenin kendisine
aşıladığı görüş ve düşüncelerden nasıl sıyrıldığını; geçmişin
çağdışı kalmış toplumsal ilişkilerinin çöküşünü destansı bir
anlatımla yansıtmıştır. Kişilerin karakterlerini belirleyen somut
koşullar olduğu gibi verilmiştir. Ayrıca toplumu ve toplumun
çekirdeği olan ailedeki töreleri eleştirme, bu törelerle romanın
kişileri arasındaki çatışmayı vurgulama, savaşın insanoğluna
yüklediği derin acıları gösterme romanın çatısını oluşturan ana
boyutlardan biri olmuştur.
M. Şolohov'un
öteki yapıtlarında, Uyandırılmış Toprok'ta, Onlar Vatan
İçin Çar-pıştılar'da "sosyalist düzene" geçişin sancıları
Marksist bir yaklaşımla çizilir. Romanlara giren yığınlar
ülküleştirilmeden, yeni düzene karşı gösterdikleri tepkiler içinde
ele alınır ve bunların nasıl bilinçlenmeye ulaştıkları gösterilir.
Kitlelerin yeni bir bilinçle gelişimidir bu. Bu da sanatçının
insanın kişiliğindeki yeni ve ilerici yönsemeleri gözlemlemesi,
bunları sivriltmeden vermesine bağlıdır. Başka türlü söylemek
gerekirse toplumcu gerçekçiliğin karakter çizme yöntemiyle yakından
ilgilidir.
Toplumcu
gerçekçilikte karaktere hangi açılardan bakılır? B. Suchkov
Gerçekçiliğin Tarihi adlı yapıtında bu soruyu değişik boyutlar
içinde değerlendirirken şunları söyler: "Sosyalist gerçekçilik,
karaktere, her şeyden önce çok çeşitli toplumsal etkilerin
şekillenmesine yardım ettiği bireysel bir fenomen olarak bakar. Bu
bakımdan sosyalist gerçekçilik, eleştirel gerçeklikte görülen
karakter kavramını miras olarak alıp geliştirir. Ne var ki tam bu
noktada bu iki yöntem arasındaki benzerlik kesilir, çünkü,
sosyalist gerçekçilik, kahramanın karakterindeki toplumsal
başat'\ (sosyal dominant'ı) algılar ve açığa koyar; ki burada,
bireyin, hayatın dönüşüme uğratılmasıyla, hayatın tarihsel hareketi
ve değişmesiyle, insan ruhundaki tutku, çıkar ve eğilimlerin
mücadelesini önceden belirleyen ve koşullandıran etkenlerle ve
insanın yaşadığı çağın toplumsal mücadele ve çalışmalarıyla olan
bağıntısı yatar. Bilinçli historisizm, sosyalist gerçekçi yazarın,
karakterdeki toplumsal başatı (dominant'ı), kendi manevi
gelişmesinin temel bir etkeni olarak görmesini sağlar. Sosyalist
gerçekçi edebiyat, karakterlere büyük bir çoğunluk ve değişkenlik
getirmiştir; çünkü, sosyalist gerçekçi edebiyat, yeni toplumsal
ilişkilerin kurulması karmaşık sürecini ve kitlelerin yeni toplumsal
farkındalığını yansıtabilmiştir. Sosyalist gerçekçi edebiyat, birey
ile toplum arasındaki eleştirel gerçekçiliğin yapmış olduğundan çok
daha karmaşık ilişkilerin bir çözümünü ve araştırılışını temsil
eder." (s. 286-287).
Toplumcu
gerçekçilikte kahraman ülküleştirilmez, içinde bulunduğu toplumsal
koşullar ve ilişkiler içinde ele alınır. Ancak bu koşullar ve
ilişkileri kişiliğini geliştirme yönünde değiştirmeye savaşır.
Kendi kişisel çıkarını toplumsal çıkarlarla bütünleştirmiş bir
kişidir o. Terimsel bir adlandırmayla söyleyelim: Olumlu
kahramandır. "Olumlu kahramanın güzelliği, sadece belirli ideal
nitelikleriyle ortaya çıkmaz, bu niteliklerin iç çatışma ile
biçimlenişi, bu niteliklerin pekişmesini engelleyecek her şeyi alt
eden sağlam, ilerici güçlerin ve eğilimlerin zaferi ile kahramanın
güzelliği anlatıma kavuşur." Öyle ki kahramanın bu gelişim süreci,
okuyucuyu etkileyecek, onun da bu kahraman gibi bir gelişim
gösterebileceği düşüncesi okuyucuda oluşacaktır.
Olumlu kahraman
yaratma, geleceğin sınıfsız toplumunu sezdirtme toplumcu
gerçekçiliğin kuşatımı içinde yer alan özelliklerdir. Bu noktada
coşumculuğa (romantizme) yaklaşır yer yer. Ama bu geleneksel
coşumculuktan ayrı bir renk taşır. Erişilmeyecek bir düşün ardında
değildir toplumcu gerçekçilik. Geleceğe yönelik, düşle beslenmiş
imgeler ve coşkusal öğeler içerdiği içindir ki coşumculuğa
yaklaşmadan söz edilebilir.
Toplumcu
gerçekçilik sanata ve yazına nasıl bir işlev yüklemektedir?
Tartışma gündeminde olan bir sorudur bu. M. Şolohov, Nobel Ödülü
konuşmasının bir yerinde bu soruyu getirerek sözü, şunları söyler:
"Okuyucuya
namuslu söz söylemek, halka doğruyu anlatmak, gerçeği anlatırken
kimi zaman sert ama her zaman yürekli olmak, insanların yüreğine
gelecek adına, kendi güçleri adına, geleceği biçimlendirmedeki
yetenekleri adına güçlü inanç salmak. Bütün dünyada barış için
mücadele etmek ve yazdıkları kanalıyla yazılarının ulaşabileceği her
yerde barış savaşçıları yetiştirmek, insanları ilerlemek için
duydukları soylu ve doğal isteklerinde birleştirmek. Sanat,
insanların kafalarını ve yüreklerini etkileyecek büyük güce
sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına hak kazanması için, bu gücü,
insanların ruhunda güzeli yaratmaya yönelmesi, insanlığın
iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum."
Yapıt ve
yaratılarıyla bu inancı yaymaya, kökleştirmeye çalışan sanatçılar
kimler olmuştur? Bu soruyu yanıtlama bu yazının amaçları dışında
kalır. Ancak toplumcu gerçekçiliğin içinde tümüyle yer almasalar
bile, kimi yapıtlarıyla bu akımın içeriğine ve özelliklerine
yaklaşmış adlardan da kimilerini sıralayalım: Romain Rolland
(1866-1944: Kurtlar, Danton, Beethoven'in Hayatı),
Thomas Mann (1875-1955: Buddenbrcok'lar, Büyülü Dağ, Dr. Faustus,
Değişen Kafalar, Yusuf ve Kardeşleri...), Theodore Dreiser
(1871-1945: Dahi, Amerikan Tragedyası...) Sinclair Le-wis
(1885-1951: Ana Cadde, Bizim Mr. Wrenn, Suçsuzlar, İş, Babbitt,
Dodaworth ...), john Dos Passos (1896-...: 42. Paralel, Büyük
Para, Genç Adamın Serüvenleri, Bir Ulusun Bilançosu, Seçtiğimiz
Ülke...), Jack London (1876-1916: Ormanın Çağırışı, Hayatı
Sevmek, Demir Ökçe, Martin Eden, Son Şans Kabaresi, Büyük Evin Küçük
Hanımı...), John Steinbeck (1902-1968: Gazap Üzümleri,
Bitmeyen Kavga, Sardal-ya Sokağı, Bilinmeyen Bir Tanrıya, Cennetin
Bahçesi, Fareler ve İnsanlar...), Ernest Hemingvvay (1898-1961:
Silahlara Veda, Çanlar Kimin için Çalıyor? Yenilmezler, İhtiyar
Adam ve Deniz...), O'Neill (1888-1953: Kara Ağaçlar Altında
Arzu, Araya Giren Garip Oyun, Günden Geceye, Sonsuz Günler,
Elektroya Yas Yaraşır...).
Kuşkusuz
sıraladığımız bu yazar ve yapıtların tümünü toplumcu gerçekçilikle
nitelendirenleyiz. Değindiğimiz gibi bunların insana ve yaşama
bakışlarında, insanı ve yaşamı yansıtışlarında toplumcu
gerçekçilikten esintiler, izler taşırlar.
Kentsoylu gerçekçilik
Sık sık
yinelediğimiz gibi gerçekçilik ve onun türleri, büyük ölçüde insanın
algılanış ve yansıtılış biçimiyle ilgili olmuştur. Kentsoylu
gerçekçilik de bu biçimlerden biridir. Buna göre doğuştan yalnızdır
insanoğlu. Çevreyle, çevresindeki insanlarla ilişki kuramaz.
Toplumdışıdır. Bu görüş varlıkbilimsel açıdan ele alınırsa
varoluşçuluktan kaynaklandığı ortaya çıkar; çünkü, varoluşçular da
aynı savı öne sürerler: İnsanın var oluşu, var olma, özden önce
gelir. Bu, şu anlama gelir: İnsanoğlu önce dünyaya gelir, sonra da
kendi özünü yaratır. Dünyada kendisine yol gösterecek, kendisine
yardım edecek tek varlık yine kendisidir. Bunun için de özgürdür,
daha doğrusu özgür olmaya yargılıdır, Özünü şu ya da bu yolda
yaratabilmek için sürekli olarak seçme sorunuyla karşı karşıyadır.
Seçme durumunda da kalışı, insanda bunalım yaratır. Yaslanacağı,
dayanacağı hiçbir güç yoktur.
İnsan varoluşunu
böyle algılama yazınsal yaratılarda iki ayrı yolda karşımıza çıkar.
Bir kez insan, kendi yaşantısının içinde tutsaktır, bu yaşantının
sınırları dışına çıkamaz. Sonra kendi yaşantısının sınırları içine
tutsaklanmış insanın geçmişi, "kişisel tarihi" de yoktur. Dünyaya
anlamsızca fırlatılmıştır. Ne çevresi ona biçim verebilir ne de o
çevresine. Bu yüzden varoluşçu yazarların yapıtlarında terimsel
anlamıyla tipler ve karakterler yoktur. Bunların yerine durumlar
vardır. Değişik durumlarla karşı karşıya gelen insanlar
davranışlarını saptamada özgürdür. Karşılaşacakları durumlara göre
gösterecekleri eylemler onların özlerini oluşturur. Bunların neler
yapacağı, olaylar karşısında nasıl davranacakları Önceden
kestirilemez.
Kentsoylu
gerçekçilik bir yandan varoluşcu felsefeye yöneldiği gibi bir yandan
da "tarihin tüm seyrini, modern uygarlığın başlıca çizgilerini ve
çağdaş toplumsal çatışmaların mahiyetini ...belirleyecek olan şey,
insanın içgüdüleri, fiziksel arzuları, şehvet duyguları ve
nevrozlarıdır" düşüncesini savunan Freud'çu felsefeyi de kuşatır.
Doğal olarak kentsoylu gerçekçilikte toplumsal güdülere yer
verilmez, toplumsal güdülerin yerini biyolojik ve ruhsal güdüler
alır. Bunun en güzel örneğini Amerikalı romancı William Faulkner
(1897-1963) vermiştir. Öte yandan insanın dünya ve toplum içindeki
konumunu irdeleyen varoluşçu yaklaşımı da J.P. Sartre (1905-1979:
Duvar, Özgürlük Yollan, Bunaltı, Sinekler, Saygılı Yosma, Kirli
Eller, Gizli Oturum...), Albert Camus (1913-1960: Yabancı,
Veba, Düşüş, Yanlışlık, Caligula...), Simone de Beauvoir
(1908-...: İkinci Cins, Düzenli , Bir Genç Kızın
Anılan...), Franz Kafka (1883-1924: Dava, Açlık Şampiyonu,
Şato, Amerika, Değişim, Ceza Sömürgesi...) gibi yazarların
yapıtlarında bulabiliriz.
Kentsoylu
gerçekçilikte yaşamın nesnel ölçülere göre incelenmesi,
araştırılması bir gereksinim olarak duyulmaz. Daha açıkçası dış
gerçekçilik yadsınır. Bilinç akımı tekniği dîye adlandırılan
yöntemin öne çıkması da bu yadsımanın doğal sonucu olarak
görülebilir. Bilinç akımı tekniğiyle insanın iç dünyası, bilinçaltı,
zihni doğru bir yansıtılma amaçlanır. İnsan, düşüncelerinin dümdüz
akışı içinde değil, düşleri, izlenimleri, düşünceleriyle bir bütün
olarak verilmeye çalışılır. Kişilerin düşünceleri mantıksal ve
zamansal bir sıra izlemez. Tam tersine birbiriyle bağıntılı olmayan
sıçramalar, atlamalar yapar. Bu teknikte zaman ve uzay ayrımı yok
gibidir. Olayların akışında zamansırasal bir yol izlenmez.
İçkonuşmalar, oradan oraya atlamalarla gelişir anlatı.
Kentsoylu
gerçekçiliği içinde yer alan ve bilinç akımı tekniğini kendi
yaratılarında uygulayan yazarların başında James Joyce (1882-1941:
Dublin'liler, Bir Delikanlının Sanatçı Olarak Portresi, Ulyeses..)
gelir. V. Woolf (18882-1941: Mrs. Delloway, Dalgalar,
Yıllar...) da bilinç akımı tekniğini kentsoylu gerçekçilikte bir
yöntem olarak kullanan yazarlardan biridir.
İnsan imgesi
çağdan çağa değişmiştir. Toplumların yapısı, değişen bu yapı içinde
insan ilişkileri de. Bunlara bağlı olarak gerçeğin algılanış ve
yansıtılışı da değişmiştir. Gerçekçiliğin değişik türler ve
aşamalar göstermesi bu olgunun doğal bir sonucudur.
Emin Özdemir
(Türk Dili
Dergisi,Ocak 1981,Sayı:349)
|
|