Fransız yazın
tarihinde 19. yüzyılın birinci yarısına coşumculuk akımının estetik
görüşleri yön vermiştir. 1850'Ierden sonra, coşumcuların hep kendi
acılarından, kendi sevinçlerinden, kendi coşkularından söz eden,
düşçü, üzünçlü ve küskün havasına, yaşamdan sürekli sızlanmalarına
ve kendilerini tüm evrenin odak noktasıymış gibi görmelerine tepki
olarak, yapıtı yazarın kişiliğinden tümüyle soyutlayıp, evreni
olduğu gibi betimleyerek insanın evrendeki durumunu belirlemeyi
amaç edinen yeni bir estetik görüş oluşmaya başlamıştır.
Kısa sürede yazın
yaşamında ağırlığını duyurmaya başlayan ve temeli "gerçeğin
gözlemi"ne dayanan bu yeni görüş, Gustave Flaubert'in Madome
Bovary'si ile bir yazın akımı niteliğini kazanmış; gerçekçilik
adını alan bu köprüyle de 70'li yıllardan sonra, özellikle roman
dalında, doğalcı akıma ulaşmıştır.
Doğalcılık,
felsefede temel ilke olarak doğayı kabul eden, doğanın bir
yaratıcıya gereksinimi olmaksızın kendiliğinden var olduğu
inancını benimseyen bir görüşe verilen addır.
Aktöre alanında
doğalcılık ise kişinin mutluluğa, bilgeliğe ulaşmasında doğadan
gelen içgüdülerine uygun bir yaşam sürmesinin gerekliliğini savunan
öğretidir.
Anlam genişlemesi
ile doğalcı sözcüğü doğa bilimleri ile uğraşan kişiyi de kapsamı
içine almıştır.
Yazın alanı
açısından konuya yaklaşıldığında bu sözcük 1870-1880 yılları
arasında Fransız yazınında, daha çok roman dalında, coşumculuğa
karşı olan, "sanatın, doğadaki gerçeklerin aslına en uygun biçimde
betimlenmesi olduğunu ve bu betimlemeye varabilmek için sanatçının
hiçbir yapmacığa sapmadan ve kendi öznel evreninden hiçbir katkıda
bulunmadan, doğa bilimleri ile uğraşanların uyguladığı deneysel
bilimler yöntemini yazın alanına uygulaması gerektiğini" savunan
yeni bir estetik görüşü belirtmektedir.
Bir bakıma
gerçekçilik akımının tanımına da uygundur bu tanım. Dahası, kimi
eleştirmenler gerçekçilik ve doğalcılık akımlarını ayrı ayrı değil,
gerçekçi akımlar adı altında birlikte incelemekte; "Parnasse"ı da
şiirde gerçekçilik olarak bu adın kapsamına almaktadırlar.
Bu durum yazın ve
sanat akımlarını, oluşumları ve zaman içindeki yerleri yönünden
birbirlerinden kesin çizgilerle ayırmanın olanaksızlığından
kaynaklanmaktadır. Hangi sanat ya da yazın akımına bakılırsa
bakılsın, tarihsel süreç içerisinde akım niteliğine kavuşmasından
önce, o akımın geçmişte, değişik dönemlerdeki izlerini bulup ortaya
çıkartmak olasıdır.
Çok daha gerilere
gidilebilirse de doğalcılığa yazın akımı niteliğini kazandıran
Emile Zola bu akımın kaynağını 18. yüzyıl filozoflarından Diderot'ya
götürmektedir. Coşumculuğu hazırlayanlardan olan Jean-Jacques
Rousseau'nun duygusallığının karşısına sanatta doğa gerçeklerinin
taklidi ve çevre gözleminin gerekliliğini savunup, "Ensyclopedie"nin
bilime dayanan verileriyle çıkan Diderot, Zola'ya göre,
bilimin yöntemlerini yazın alanına iik uygulayan kişidir.
Fransız yazınında
bu ilk uygulama Balzac'm, kişilerin ve yaşadıkları çevrenin
gözlemlenerek değişik kesimlerin yaşamlarının anlatılmasına dayanan
toplumsal roman anlayışıyla; Stendhal'in, kişilerin davranış
biçimlerini ve nedenlerini incelemede getirdiği açıklıkla;
Flaubert'in, doğaya en ince ayrıntılara varasıya bağlı kalan
betimleme anlayışıyla; Champfleury'nin, yazara yalnızca gözleriyle
gördüğü şeyleri anlatma olanağı tanımasıyla; Duranty'nin, halk
törelerinden alınmış konulara ayırdığı geniş yerle; Goncourt
kardeşlerin "aşağı tabaka" insanının yaşamını romana sokmasıyla,
Zola'da, bu zincirin son halkası olan doğalcı öğretiye ulaşmıştır.
Doğalcı estetiğin
oluşumunda yazın yaşamının getirdiği gereçlerin yanı sıra bir başka
belirleyici öğe de siyasal yaşam ve bu yaşamın toplumsal olaylar
çemberi içinde ortaya çıkardığı değişikliklerdir.
1789 kentsoylu
devriminden sonra Fransız siyasal tarihi hep çalkantılarla
geçmiştir. Birinci Cumhuriyet dönemi (1792-1804), Napolyon
Bonapart'ın imparatorluğu dönemi (1804-1815), İkinci Restorasyon
dönemi (1815-1830), Louis-Philippe dönemi (1830-1848) tüm
çalkantılarına karşın, kentsoylu sınıfın gerek siyasal, gerekse
ekonomik güçlerini artırmak için giriştikleri savaşımların değişik
ad ve görünümler altında karşımıza çıkmasıdır.
Belirgin
çizgileriyle bu dönem Fransa ekonomisinde sanayinin gelişmeye
başladığı, bunun sonucu olarak da kentsoylu sınıfın gitgide
zenginleştiği,çalışan kesimin ve köylülerin yaşam koşullarının daha
da ağırlaştığı bir dönem olmuştur. Ekonominin bu düzensiz ve
denetimsiz işleyişi sonucu dengesizliklerin arkasından ilk sınıfsal
içerikli devrim denemesi niteliğinde olan ve başarısızlıkla
sonuçlanan 1848 devrimi gelmiştir. Devrim sonrası dört ıl süren
çalkantılı dönem Louis-Napoleon'nun III. Napoleon adını alarak
imparator olmasıyla çalışan kesime herhangi bir yarar sağlamaksızın
ve kentsoylu sınıfın yönetimi yeniden ele geçirmesiyle son
bulmuştur.
Louis Napoleon
döneminde yaşam koşulları, özellikle çalışanlar açısından gitgide
ağırlaşmış, 1863-1870 Prusya-Fransa gerginliği 1870 yılında çıkan
savaşta Fransızların yenilgisiyle sonuçlanınca, bu bir bakıma,
İmparatorun 1865'ten sonra zayıflamaya yüz tutan güç ve etkisinin de
sonu olmuştur
Fransa, Prusya
yenilgisinin arkasından, dünya siyasal yaşamındailk işçi devrimi
olan ve çok kısa süren (72 gün) 1871 Paris Komünü'nü yaşamıştır. Bu
tarihten sonra siyasal erkin kısa sürelerle el değiştirmesi ve bu
erkin ele geçirilmesi için verilen savaşımlar ekonomik durumu
etkilemiş, Lorraine'deki zengin kömür yataklarının Almanların eline
geçmesi ve yüklü savaş ödentisi Fransızların dünya sanayiinde
ellerinde tuttukları ikinci sırayı kaybetmelerin neden olmuştur.
Ayrıca, dış ticareti de İngilizlere kaptırınca, içeride alıcı
bulamayan sanayi ürünlerini, dışarıya da satamamışlar; bunun sonucu
olarak da 1873'ten başlayıp 1895 yılına dek sürecek olan bir bunalım
dönemine sürüklenmiştir. Toplumn bütün kesimleri bu bunalımdan
etkilenmişse de artan işsizlik çalışan kesimin yaşam koşullarını
daha bir dayanılmaz duruma getirmiş; gittikçe büyüyen bir halk
kitlesi alabildiğine yoksul bir yaşamın içine itilmiştir.
Yazınsal geçmiş
ve siyasal yaşam doğalcı estetiğin oluşmunda böylesine bir zengin
bir kaynak görevi yaparken bilim alanındaki yeni buluşlar olalara
yeni bir açıdan bakabilme olanağı sağlamıştır.
19. yüzyıl,
özellikle ikinci yarısından sonra, bir bilim yüzılı olmuştur. Daha
önceki dönemlere oranla çok sayıdaki yeni buluşlar insarın o
günekadarki blgi temellerini sarsmış, oluşumlara görece açıdan
değil, bilimsel verilere dayanarak yaklaşmanın gereğini gösterirken,
bilgi alanlarımızı da genişletmiştir.
Kimya, ısı
kimyası, iletişim alanlarındaki yeni buluşlar, hidroelektrik
enerjinin naklinin gerçekleştirilmesi ve demir sanayiinde
kullanılması elektrik ampülünün bulgulanması ve elektrikten hem ısı
hem de enerji olarak yararlalması, patlamal motorun bulgulanması,
makinanın gelişerek pek çok üretim dalında yavaş insan gücünün
yerini alması bu dallarda insana olan gereksinimi azaltarak insan
yaşamında ve toplum yapısında köklü değişikliklere neden olmuştur.
Uygulayım
alanındaki değişikliklerin yanı sıra bilimsel görüşlerdeki yeni
blgular yeni düşünce alanları oluşturmuştur. Canlı dokun
gelişmesinin hücrelerin gelişme ve bölünmeleriyle gerçekleştiğinin
öğrenilmesi, Pasteur ve Koch'un tıp alnındaki yeni buluşları yaşamın
o güne dek kapalı kalmış gizlerine yeni açıklamalar getirmiştir.
Darwin'in
Doğal ayıklama yoluyla türlerin kökeni (De Toriğine des especes
par voie de selection naturelle) adlı 1859 yılında yayımladığı
yapıtı bitki ve hayvan türlerinin devinimsizliği görüşüne karşı
çıkarak, onların doğrudan doğruya yaratılmış olmayıp, evrim
sürecinde doğaya uyum sağlayabilmek için birtakım değişikliklere
uğrayarak oluştuklarını; bu süreçte doğaya uyum sağlayabilme
yeteneklerine göre türlerin devam edebildiklerini ya da yok olup
gittiklerini; evrimde canlıların, kuvvetlinin varlığını sürdürüp,
zayıfın yok olması demek olan "doğal ayıklama"ya bağımlı olduğunu;
en çok gereken özelliklere sahip olanların yaşamlarını
sürdürebildikleri ve bu özelliklerin kalıtım yoluyla kuşaktan kuşağa
geçtiğini savunmuştur.
Geçerlilik
derecesi ne olursa olsun bilim ve düşün yaşamında etkisi olmuştur bu
ve benzeri savların.
Claude Bernard,
tüm bilgilerimizin deneylerle doğrulanabilen bilgiler olması
gerektiğini ileri süren Auguste Comte'un olgucu öğretisinden yola
çıkarak yazdığı Tıpta deneysel yöntemin incelenmesine giriş (Introduction
a Vetude de la medecine experimentale) adlı yapıtıyla yeni bir
yöntemin temelini atmıştır.
Bu yeni yöntem,
doğru bilgilerin kazanılmasında "deneysel usavurma"yı temel almakta
ve bunu gerçekleştirebilmek için iki aşamayı gerekli görmektedir:
gözlem ve deneyleme. "Gerçek" düzleminde bilim adamı gözlem ve
deneyleme yaparken tümüyle yansız olmalı, deneyleme ile
doğrulayamadığı gözlemleri doğru bilgi olarak kabul etmemelidir.
Deneylemenin amacı -ister fiziksel, ister fizyolojik olsun-
herhangi bir oluşumdaki neden sonuç ilişkisinin gerekirliliğine
inebilmektir. Olguculuğun ve Yeni Kantçılığın etkisi altında kalmış
olan Claude Bernard'a göre bir oluşumun nedenini bulmak demek
niçin'ini değil, nasılını bulmaktır. Bir başka söyleyişle, oluşumun
karşımıza çıkış biçimlerini bulmaktır. Bu düşünce ise sonuçta her
türlü olguyu —niçin'leri insan usu için ulaşılmaz da olsa-
nasıllarını yanıtlayabilmek amacıyla gözlem alanı içine alma;
buradan da her tür bilimde özgür düşünceye varabilme olanağı
sağlamıştır. Ancak bu özgürlük "herhangi bir şey"i değil, doğanın
gerekirliliğindeki temel öğeleri insana yönelik olarak araştırmak
ve bunu insanın yararına sunmak olmalıdır düşüncesindedir Claude
Bernard.
Doğalcı estetiğin
oluşumunda Claude Bernard'ın etkisinin yanı sıra Hippolyte Taine'in
de etkisinden söz edilmelidir. İnsan davranışlarının değişmez
yasalara bağlı olduğu düşüncesinden yola çıkarak fiziksel ya da
tinsel bütün olguların kendilerinden önceki oluşumlar zincirinin
etki ve baskısıyla ortaya çıktığını; insan psikolojisinin onun
fizyolojisinin bir bölümü olduğunu savunan Taine insanların, ırk,
ortam ve zaman öğelerine göre oluşan bir gerekirliliğe, toplumsal ve
psikolojik gerekirliliğe bağımlı olduğu sonucuna varmıştır ve bir
eleştirmen olarak Taine, çoğunlukla kişisel yakınlıklara dayanan
öznel eleştirinin yerine, gözleme dayalı, kişisel olmaktan çok
bilimsel verileri temel alan "bilimsel eleştiri" anlayışını
geliştirmiştir.
Bütün bu yeni bilgiler ve daha önce bilinen birtakım bilgilerin
dizgelenerek
bir yöntem altında irdelenmesi, sonuç olarak sanat ve yazının ana
ereği olan "insan
nedir?" sorusuna yanıt bulmada doğalcı yazarların önlerine yeni
bakış alanlarının
açılmasını sağlamıştır.
Zola, doğalcı estetiğin hazırlanmasında gerçekçilik öğretisinin
kurucusu olan
Gustave Flaubert'e ve Goncourt Kardeşlere de çok şey borçludur.
Madame Bovary
adlı yapıtıyla gerçekçiliğin hem öğretisini, hem de uygulamasın;
vermiş olan Flaubert, sanatın bilime çok yakın olması ve romancının
betimlediği
doğa, insan ve toplum görünümleri karşısındaki yansızlığıyla
bilginin doğa karşısındaki
yansızlığının koşut olması gerektiğini savunmasıyla;
betimlemelerinde en ince ayrıntıya varasıya gerçeği yansıtma
çabasıyla Zola'ya esin kaynağı
olmuştur.
Goncourt Kardeşler bu esin alanını daha da genişletmişlerdir.
Amaçları yaşamın
gerçek yönlerini bir tarihçinin geçmişi anlatması gibi
belgelendirebilmek
olan Edmond ve Jules, örgü karmaşasından çok, anlatıma öncelik veren
yapıtlarında
kişilerini hep gerçek yaşamdan almışlardır. Bunlar bir çocukluk
arkadaşı (Renee
Mauperin), akrabalarından biri (Madame Gervaisais), hizmetçilerinden
biri (Ger-minie
Lacerteux), Rouen hastanesinde bir hastabakıcı (Sceur Philomene)dır
çoğu kez. Bu gerçek yaşamın anlatımı o toplumun törel yapısının da
anlatımıdır aynı
zamanda.
Romancının gerçeği belgelere dayanarak ve düşgücüyle kendisinden bir
şeyler katmaksızın betimlemesi gerektiğini söyleyen Goncourt
Kardeşler'in bunu gerçekleştirebilmek için toplumun her kesimini
inceden inceye gözlemleyip belgelendirerek,
Paris'in kenar mahallelerini, hastaneleri, hanları, meyhaneleri,
yoksul
halkın yaşadığı çevreleri betimlemeleriyle o güne değin yapıtlara
pek girmemiş, girse de anlatıma çeşni katan yardımcı bir öğe
olmaktan ileri gidememiş olan "aşağı
tabakanın yaşamı" romanlara konu olmaya başlamıştır. Ayrıca böyle
bir gözlemleme romancıya her türlü olayla karşılaşma olanağı
sağlarken, onu hasta tiplerle de karşı karşıya getirmiştir. Temelde
gerçeği olduğu gibi anlatmayı amaç e-dinen
yazar yapıtlarında böylelerine de yer vermek zorunda kaldığından
konu seçim alanları da genişlemiştir.
Doğalcı öğretiyi hazırlayan tüm koşullar gözünün önünde, tüm veriler
elinin
altındadır Zola'nın. Öğretiyi olgunlaştırıp tanımlamaktan ve bu
öğretideki savlarını
doğrulayacak yapıtlar vermekten başka yapacağı bir şey kalmamıştır
artık O'nun.
Her ne kadar doğalcı öğreti Zola'nın 1866-1880 yılları arasında
yazdığı bir çok
yazıda -parça
parça da olsa- açıklanmış; Goncourt'ların Germinle Lacerteux'sü
ilk derli toplu öğreti
denemesi olmuş ve Zola'nın "İkinci imparatorluk döneminde
bir ailenin doğal ve toplumsal
tarihi" alt başlığını taşıyan Rougon-Macquart'lar
adlı yirmi ciltlik doğalcı
yapıtının birinci cildi 1870 yılında yayımlanmışsa da bu
öğretinin bir yazın öğretisi ve
uygulaması olarak karşımıza çıkması için 1877 yılını,
L'Assommoir'n
yayımlanmasını beklemek
zorundayız.
Rougon-Macquart'ların
yedinci cildi olan L'Assommoir'm yayımına 1876 yılının
Nisanında Bien Public'de başlanmış, ancak kısa bir süre sonra
halktan gelen tepki ile bu yayım 7 Haziran'da kesilmiştir. Kitap
olarak yayım tarihi 24 Şubat 1877'dir. Roman, Zola'nm belgesel
roman denemesinin en yetkin örneklerinden biri olarak çıkar
karşımıza. Anlatılan, kenar mahallelerin pisliği ve perişanlığı
içinde yaşayan bir işçi ailesinde, yaşam koşullarının
elverişsizliği, içki, tembellik sonucu aile bağlarının gevşemesi,
aktörenin bozulması ve doğruluk duygusunun ortadan kalkmasıyla
varılan utanç verici bir yaşam. Zola'nın değişik çevrelerle
çalıştığı ilk gençlik yıllarında yakından gözlemleme olanağı bulduğu
bir yaşamdır bu.
Her ne kadar
yoksulluğa karşı çıkma, bunu yapıtlara aktarma yeni değilse de
konunun seçiminde ve anlatım biçimindeki gerçeği yazıya olduğu gibi
dökme tutkusundan gelen gözüpeklik bir yandan sert tepkilere yol
açarken, bir yandan da Zola'yı doğalcı yazın akımının öncüsü
durumuna yükseltmiştir. Ve nasıl ki bu yüzyılda, 201i yıllar
ideologların, 50'li yıllar gerçekçilerin, 6O'lı yıllar olgucuların
yıllarıysa, 1880 yılı da doğalcı öğretinin kesin olarak üstünlüğünü
kabul ettirdiği, yıldır.
Zola'nrn, önce
Paris'teki, 1877'den sonra da Medan'daki evinde her perşembe
toplanan Maupassant, J.K. Huysmans, Leon Hennique, Henry Ceard, Paul
Alexis akımın ilk temsilcileri olmuşlar, Medan Akşamlan (Les
soirées de Medan) adı altında yayımladıkları ortak yapıtta doğalcı
estetiğin birer örneklerini vermek istemişlerdir.
Doğalcı öğe
yönünden en ılımlısının Zola'nın öyküsü olduğu, bu öykülerde savaşın
korkunçluğu, savaşla gelen hastalıklar, insan davranışlarındaki
bayağılıklar, yıkık dökük mahalleler, çalışanların kötü yaşam
koşulları, insan dürtülerinin kabalığı, kentsoylulara karşı duyulan
tiksinti, dinsel duygulara tepki, yönetici kesiminden hoşnutsuzluk,
aktöre dışı bir yaşama itilmiş kadınlar, insanların değer
yargılarındaki çıkarcılık gibi konular işlenmiştir.
Doğalcı öğelerin
yanı sıra kimi öykülerdeki duygusallık, gözlem ya da belgeye değil
düşlemeye dayanan anlatım, eğitme ve öğretme hevesi gibi doğalcı
olmayan öğelerin de varlığı yönünden Medan Akşamları pek
başarılı olmamakla beraber, bir öğretinin İlk ortak uygulaması
olması yönünden önemlidir ve bu uygulama Zola'nın Rougon-Macquart'lar'
da öğretiyi olgunlaştırmasında yeni bir aşamadır.
Doğalcı öğretinin
uygulaması niteliğinde olan Rougon-Maccjuart'lar'da Zola yöntemini
tek bir temele dayandırmaktadır: doğayı deneysel bilimlerin yöntemi
ile gözlemlemek. Bu düşünceyi temel alarak yola çıkan Zola'ya göre
romancı bir sanatçı değil, bir bilim adamı gibi yansız kalabilen
kişidir. Bu yansızlığın ilk koşulu gözlemdir. Claude Bernard'ın
biyoloji konusundaki düşüncelerinin etkisi altında kalan Zola insan
ve doğa üzerinde bir yargıya varabilmenin ilk aşamasının gözlem
olduğu savındadır. Bilim adamının hayvanlar ve doğa üzerinde
uyguladığı yöntemi romancı da insan ve toplum olayları üzerine
uygulamalıdır inancında olan Zola'ya göre, romancının en büyük
özelliği coşumcularda olduğu gibi geniş bir imgeleme yetisine sahip
olması değil, derin bir gözlem yeteneğine sahip olmasıdır; bu
gözlemin amacı ise insanın ve toplumsal olayların bağımlı olduğu
gerekirci ö-ğeleri saptamak olmalıdır. İşte doğalcıların
gerçekçilerden ayrıldığı nokta burasıdır. Bulunduğu noktaya
gerçekçilerin süzgecinden geçerek gelen doğalcı öğreti önemli olanın
evreni yalnızca olduğu gibi anlatmak olmayıp, evrenin nasılsa öyle
olması gerektiğini, başka türlü olamazlığını kanıtlamaya yarayacak
bir belge de meydana getirmek olduğunu savunmaktadır.
Zola'nın
yönteminin ikinci aşaması "deneyleme"dir. En ince ayrıntıya varana
dek gözlemlenip doğruluğu kabul edilen bir varsayıma ulaşıldıktan
sonra romancının ürününün bu bilimsel varsayımın kanıtlandığı bir
deney odası niteliği taşıması gerekmektedir. Bu da yine yazarın ele
aldığı insanın ve toplumsal olayların evrensel gerekirliliğin
gerektirdiği biçimde olduğunu göstermek, doğa kurallarının
gerekirci niteliklerini gözden uzak tutmadan, koşullardaki
değişmelerin insanı ve toplumsal olayların oluş biçimlerini nasıl
belirlediğini, başka türlü oluşmasının olanaksızlığını kanıtlayan
bir belge niteliği taşımasını sağlamak demektir.
Zola'ya göre
toplumsal ya da bireysel her olgu bir gözlem alanıdır. Yazar bu
gözlem alanında gözlemlediği her şeyi kaleme alabilir. "Doğalcı
roman" diyor Zola, "yazarın gözlemlerinden yararlanarak insan
üzerinde yaptığı bir deneyleme uygulamasıdır."
Zola doğalcı
öğretiyi kendi yapıtına geçirirken ilk aşama olan gözlem aşaması
sonucunda yine Claude Bernard'ın -bu kez yönteminin değil,
düşüncelerinin-etkisi ile iki temel yargıya varıyor. Birincisi insan
psikolojisinin insan fizyolojisinin bir parçası olduğu yargısıdır.
En belirgin biçimiyle Therese Raquin'de kişilerin tüm tinsel
yapısını onların fizyolojik yapılarına bağlayarak TheYese ile
Laurent'ın aşklarını örgensel gereksinmelerinin doyurulması;
ikisinin bir olup, Therese'in kocası Camille'i öldürmelerini yasal
olmayan cinsel ilişkilerinin bir sonucu; korku ve vicdan azabı diye
adlandırdıkları duygunun basit bir örgensel bozukluğun doğal gereği
olduğunu göstermek istediğini belirtmiştir Zola. Yine aynı romanın
önsözünde "karakter'leri değil, "mizaç'ları incelediğini
yazmaktadır. Sözlük "karakter" sözcüğünü kişileri birbirinden ayıran
alışılmış duygu ve düşünce biçimlerinin bütünü olarak tanımlıyor.
"Mizaç" (temperement) sözcüğüne karşılık olarak da kişide doğuştan
gelen ve davranışlarını belirleyen "psikofizyolojik" özelliklerin
tümü diyor. Bu tanımlarıyla "karakter" aktöre kapsamına girerken,
"mizaç", tanımının da içerdiği gibi, bir psikofizyolojik durumdur.
Zola sanatın aktöre ile yakından uzaktan, olumlu olumsuz, hiçbir
alışverişi olmadığını, sanatçının ilgi alanının fizyolojinin
belirlediği davranışlar bütünü olduğunu kabul ettiğinden kişilerin
tinsel durumlarının "neden"lerinin oluşumundaki etken öğeleri değil,
o kişinin belirli bir durum karşısında psikofizyolojik yapısı
gereği, bir başka deyişle istem dışı olarak, takındığı tavırları,
yani tinsel durumlarının "nasıl"larını anlatmıştır. Bu da,
kendisinin de söylediği gibi, "karakter'lerin çözümlenmesi değil,
"mizaç"ların betimlenmesi demektir.
Zola'nın insanı
fizyolojik bir oluşuma indirgemesinde doktor Prosper Lucas'ın
kalıtım konusundaki yapıtının da etkisi vardır. Doğalcı romana bütün
öteki verilerden daha çok esin kaynağı olan bu kalıtım yasası
insanın davranış bütününü soyaçekim ile açıklarken bireyin davranış
özgürlüğünü -dolayısıyla sorumluluğunu- sınırlayıp onu kalıtımdan
gelen "fizyolojik bir yapı" olarak tanımlamıştır. İşte bu düşüncenin
etkisiyledir ki Zola'nın romanlarında kişilerin çoğu içgüdüleriyle
davranırlar.
Zola'nm birinci
aşama olan gözlem aşaması sonucu vardığı ikinci temel yargı insanın
ve toplumsal olayların çevre koşullarının etkisi altında
belirlendiği, belirli çevre koşullarının insanda belirli davranış
biçimleri oluşturduğudur. İnsanı toplumun bir ürünü olarak görmek
düşüncesi yeni değildir. Ancak bir yapıtın özünü oluşturacak
düzeyde önem kazanması Zola'dadır.
Doğalcı öğretinin
ikinci aşaması olarak Zola Rougon-MacquartJlar'ı
sunar bize. Bu oylumlu yapıtta romancı birbirini izleyen beş kuşak
boyunca kalıtımın ne denli etkili olduğunu ve içinde yaşadıkları
koşulların bu soyun bireylerinde duygu, istek, dürtü, tutku ve
benzeri her türlü doğal, içgüdüsel ve toplumsal davranışları
nasıl etkilediğini göstermek istemiştir.
Yola çıktığı
noktaya yeniden dönebilmek, bir başka deyişle, gözlemini
deneyleyebilmek için bu soydan gelen kişileri toplumun her kesimine
dağıtmış ve onların yaşamlarını anlatabilmek amacıyla bütün bu
kesimleri en ince ayrıntılarına varasıya gözlemleyerek romanına
geçirmiştir Zola; böylece de ayrıntılı bir betimleme ve zengin bir
belgelendirme olan ikinci özelliği de gerçekleştirme olanağı
bulmuştur.
La Fortune des
Rougon'u
yazmak için taşra
yaşayışını; Son excellence Eugene Rougon'da siyaset
çevrelerini; Une page d'amour'da Paris'te günlük yaşamı;
Germinal'de ve UAssommoir'âz madenlerde ve fabrikalarda
çalışan işçileri; Le Ventre de Paris'de Paris toptancı
pazarını en ince ayrıntılara dek gözlemlemiş; sanatçıların (L'oeuvre),
köylülerin (La Terre), din adamlarının (La Faute de
l'abbe Mouret), askerlerin (La Debâcle) yaşamlarını
gözlem alanı içine almıştır.
Ancak Zola bu
gözlem alanı içine aldığı kişi ve olguları betimlerken kendisinden
öncekilerden değişik bir yol izlemek istemiş, bu farkı da şöyle
açıklamıştır: "Betimleme değil, kimlik saptaması yapıyoruz". Bu
ayrım betimlemedeki kişisel algı, yorum ve düşgücünü dışlamak için
yapılmıştır.
Komanın doğalcı
düşünüşe göre, insan doğasında ve insan ilişkilerindeki tüm oluşum,
durum ve gelişme farklılıklarını bilimsel yöntemlerle gözlemlenmesi
ilkesi romancıya, doğaya ve insan gerçeğine daha yakın bir
toplumsal kesim olan "halk tabakasının yaşamını konu alan yapıtlar
verme olanağı sağlamıştır.
Somut gerçeği,
toplum ve insan kavramlarına ülküsel bir nitelik kazandırmaksızın,
olduğu gibi anlatmayı amaçlarken doğalcı öğreti romancıyı insan
yaşamının en acıklı yönleriyle de karşı karşıya getirmiştir. Kenar
mahallelerde, oldukça güç koşullarda yaşayan binlerce kişi, bu
kesimde içkiye karşı aşırı düşkünlük, sokak yaşantısının aktöre
bozuculuğu, düşkün yaşamın çekiciliği anlatım yönünden romancıya en
uygun ve en zengin bir kaynak oluştururken, toplumsal gerekirliliğin
toplumsal yazgıcılığa (fatalite sociale) dek uzandığını da
göstermektedir.
Doğalcı yazının
bu yönünün kimi yazar ve eleştirmenlerce yanlış anlaşılması bu
yapıtların "insanın en aşağılık yönünü" göstermeyi amaç edinen,
isteyerek kaba-laştırılmış, toplumun iyiye yönelik davranışlarını
desteklemek, değer yargılarını korumak yerine onları kökünden
sarsmayı amaçlayan, aktöre dışı, "kokuşmuş" bir yazın türünün ürünü
olmakla suçlanmasına neden olmuştur.
Doğalcı düşünüş
biçiminin yapıtlara yansıyan uygulamalarıyla, o güne dek seçilen
konuların dışındaki konu seçimi, betimlemelerde bakış açısının
değişmesi, söz konusu ettiği kişilerin yaşam koşullarının ve
davranışlarının farklılığı yönünden alışılagelmişin ötesinde bir
yazın ürününü gerçekleştirmesi onun "kokuşmuş" bir yazın ürünü
üretmeyi amaçlaması sayılmasa gerek.
Doğalcı öğretide
Zola -ve arkadaşlarının- amacı sanata yalnızca "güzel"i bulmak ve
aktöresel değerlerin savunmasını yapmak görevi veren sanatçıların
karşısına "çirkin"i göstermek için çıkmak olmayıp, çevre
koşullarının ve insan fizyolojisinin belirlediği "gerçek"i en geniş
ve en çeşitli yönleriyle gözler önüne sermektir. Sanatın bu çerçeve
içinde düşünülmesi sanatçıya coşumcularda olduğu gibi bir kurtarıcı
görevi yüklememekle beraber onu, bireysel ve toplumsal yaşamı
belirleyen -dahası yöneten- yasaları bularak, bu bulgularını toplum
yaşamını düzeltmeleri ve insan yaşamını insan onuruna yaraşır bir
düzeye getirmelerinde yöneticilerin, devlet adamlarının
yararlanmasına sunmakla yükümlü tutmaktadır.
Zola doğalcılığı
tiyatroya da uygulamak istemişse de başarılı olamamıştır.
Romanlarından tiyatroya yaptığı uyarlamalar beğenilmemiş. Therese
Raquin 9 kez, Les Heritiers Rabourdin 17 kez, Bouton
de Rose 7 kez oynayabilmiştir.
Doğalcı tiyatro
alanında başarı Henry Becque'indir. Kargalar (Les Corbeaux)
ve Parisli Kadın (La Parisienne) adlı oyunları türün herkes
tarafından beğenilen iki örneği olarak gösterilmiş, daha sonraki
yıllarda doğacak olan "serbest tiyatro" anlayışına öncülük etmiştir.
Roman ve öykü
dallarında Guy de Maupassant, J.K. Huysmans, Leon Henni-que, Henry
Ceard, Paul Alexis, Alphonse Daudet; tiyatro dalında da Heriry Bec-que
doğalcı öğretinin güzel örneklerini vermişlerse de, bu öğretiye Zola
kadar bağlı kalmamışlardır.
A.Hamit Sunel
(Türk Dili
Dergisi,Ocak 1981,Sayı:349)
|