“Yazın ile
Felsefenin Eylemde Buluşması”
Yirminci
yüzyılın ilk yarısının sonlarına yaklaşılırken Fransa'da
yaygınlık kazanan varoluşçuluk her şeyden önce bir felsefe
akımıdır. Konu ile uğraşanların dediklerine göre kökleri
Pascal'a, Saint-Augustin'e, hatta daha da gerilerde
stoacılara, Sokrates'e uzanan bu felsefenin asıl gelişimi
on dokuzuncu yüzyılda başlar. Schelling ile Kierkegaard, o
zamana dek düşünürlerin üzerinde pek durmadıkları varoluş
(existence), insanın varoluşu sorununa eğilirler ve Asım
Bezirci'nin, Jean-Paul Sartre'ın Existentialisme est un
humanisme adlı kitabının Türkçe çevirisine yazdığı önsözde
de belirttiği gibi, bundan böyle "varoluşçuluk iki dala
ayrılır:
1. Dinci (Hıristiyan) varoluşçular: Danimarkalı
Kierkegaard, İsviçreli Karl Barth, Alman Karl Jaspers, Max
Scheler, Landsberg, Fransız Maurice Blondel, Henri Bergson,
Charles Peguy, Gabriel Marcel, Le Senne, beyaz Rus Nicola
Berdiaeff, Leon Chestov, Soloviev ... vb.
2. Dinci olmayan, Tanrıtanımaz varoluşçular: Friedrich
Nietzsche, Martin Heidegger, Jean-Paul Sartre ...vb.
Henri Mougin birinci dala Hameline' le Husserl'i, Roger L.
Shinn ise Rein-hold Niebuhr, Paul Tillich ve Martin Bu-ber'i
sokuyor. Emilio Anglisani aynı dala İtalyanlardan Castelli,
Lazzarini ve Sciacca'yı ekliyor. Paul Foulquie ikinci dala
Simone de Beauvoir, Merleau-Ponty ve Albert Camus'yü
katıyor. Gaetan Picon ise ... Blondel ile Bergson'u
varoluşçuluğun dışında tutuyor, Dostoyevski'yi
Soloviev'den daha varoluşçu sayıyor... Bazı incelemeciler
daha da ileri gidiyorlar: Marx ile Dewey gibi bilginlerde,
Calvin ile Luther gibi din ulularında, St. Augustin ile St.
Thomas d'Aquin gibi azizlerde ve Auden, Beckett,
Beethoven, Bataille, Baudelaîre, Claudel, Faulkner, Frost,
Van Gogh, Gide, Hemingway, Hölderlin, Kafka, Poe, G.
Patrix, Rilke, Rimbaud, Rouault, Valery, hatta Eliot ile
Shakespaare gibi sanatçılarda varoluşsal yanlar
buluyorlar.
Henri Arvon varoluşçuluğun kaynağında kargaşacı (anarchiste),
bireyci Max Stirner'i görüyor."1
Pierre de Boisdeffre'e göre varoluşçuluk, Sokrates'le
başlayıp Saint Augus-tin, Pascal, Maine de Birand ve
Kierkegaard'dan geçerek, bir yandan Max Weber ve özellikle
Heidegger, Jaspers, Husserl gibi Alman varoluşçularına,
öbür yandan da Lukacs, Gramsci gibi marksistlere ve
Alphonse de Waehlens, Gabriel Marcel gibi Hıristiyan
filozoflara varır; Jean-Paul Sartre, kendine özgü ve
çarpıcı bir biçimde dile getirir bu felsefeyi.2
Görüldüğü gibi birkaç ad dışındakilerin varoluşçulukları
tartışmalı. Dinci lerden Jaspers ile bir ara varoluşçu
adını bile benimseyen Gabriel Marcel'in,
Tanrıtanımayanlardan Heidegger ile Jean-Paul Sartre'ın
felsefeleri de birbirlerinden oldukça değişik, ama hepsi
de insanı, insanın varoluşunun anlamını ele alır.
Varoluşçulukta "insanın kendini gerçekleştirmesi, insan
varoluşunun rastlantılar için de oluşu, güvensizliği söz
konusudur; güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, zaman
içinde ve tarihselliği içinde insan, ölüme mahkûm bir
varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın
varoluşu, insan varoluşunun halisliği (authentique oluşu)
ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın
varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanin
kendini bulması, kendi olması, doğruluk ve ah laklılık
karşısında sahici davranışı, tutumu; bütün bu sorunlar söz
konusudur varoluşçuluk felsefesinde. Ayrıca 'insan evreni
aşabilir mi aşamaz mı?', 'Aşarsa nereye dek varır bu aşma'
gibi sorunlar söz konusudur."3
Felsefedeki varoluşçuluk üzerinde böylesine durmamız bu
felsefeyi tanıtmak için değil; kaynağı olduğu beslediği ya
da türlü yönlerden benzediği yazın alanındaki
varoluşçuluğu daha iyi sergileyebilmek içindir. Gerçekten
de ikinci büyük savaşın hemen öncesinden başlayarak
Fransa'da kimi yazarlar, bu felsefenin hiç de yabancısı
olmadığı, modern toplumdaki insanın yalnızlığı, "saçma",
umutsuzluk, bunaltı, başkaldırma, sorumluluk, dayanışma,
seçme, özgürlük gibi kavramları okuyucuya yazın aracılığı
ile sunarlar; yalnızca düşünceyle yetinmeyip eyleme dönük
bir yazın oluşturma yoluna giderler. En tanınmışları savaş
sonrası Fransız yazınını kişilikleri ve yapıtları ile
derinden etkileyen Albert Camus ve Jean-Paul Sartre olan
bu yazarlara eleştiriciler "varoluşçu" etiketini
yapıştırmakta gecikmezler. 1945'lerden sonra varoluşçuluk,
geniş bir okuyucu kitlesinin el üstünde tuttuğu bir moda
olur; dergilerde, gazetelerde, Paris kahvelerinde, hatta
Fransa dışında tartışması yapılır. Hiçbir zaman gerçek bir
varoluşçu grup oluşmadığı hal de bir varoluşçu yazın
akımından, daha da ileri gidilerek bir varoluşçu yazın
okulundan bile söz edilir; hangi kuşaktan olursa olsun
hemen her yazar yerini, birinci büyük savaşın ertesinde
ortaya çıkan gerçeküstücülük gibi büyük gürültüler koparan
bu yeni akıma, daha doğrusu bu yeni ortama göre belirler.
1955'lerden bu yana, yine büyük gürültülerle gelen yeni
akımlar karşısında dayanamayıp etkinliğini yitirir ve
yavaş yavaş sahneden çekilir.
Varoluşçuluk, bunalım dönemlerinde kendini duyuran bir
umutsuzluk haykırışıdır diyenler pek çok. Bu görüşün,
İkinci Dünya Savaşının tüm değerleri alt üst etmesinin
yeşertip boy attırdığı Jean-Paul Sartre'ın felsefesi için
de geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu, o
yıllarda varoluşçuluğun neden Fransa'da öteki batı
ülkelerindekilerle karşılaştırılamayacak ölçüde çok
taraftar topladığını açıklamaz. Burada, felsefeyi bilimsel
kitaplardan çıkarıp kahvehanelere götüren, sokağa indiren
Jean-Paul Sartre'ın kişiliği ile çarpıcı anlatım biçiminin
payı yadsınamaz; ama bir başka önemli etkenin de,
yüzyıllar boyu dünyanın bölüşülmesinde sözünü dinleten,
uluslararası siyasaya yön veren en büyük üç dört askeri
güçten biri olan Fransa'nın birinci büyük savaştan sonra
giderek eski ağırlığını yitirdiğinin açığa çıkmasının,
1940'larda en büyüklerin en küçüğü durumuna düşmesinin,
önemli konularda artık kendisine danışılmayan bir ülke
durumuna gelmesinin o toplumda yarattığı ortam olabileceği
de düşünülemez mi?
Felsefe alanında görüldüğü gibi, yazında da varoluşçuların
kimler olduğu konusunda birleşilememektedir bir türlü.
R.-M. Alberes'e göre Charles Peguy, Andre Gide, Georges
Bernanos, Graham Green, Andre Malraux, Albert Camus
varoluşçu yanları bulunan ya da varoluşçuluğa yakın olan
yazarlar arasında yer alırlar.4 Jacques Lecarme,5 Maurice
Brueziere6 Albert Camus'yü varoluşçu sayar. Buna karşılık
Maurice Nadeau,7 Pierre de Boisdeffre,8 onun bir zamanlar
bir dikkatsizlik, bir yanlışlık sonucu varoluşçu
sanıldığını ileri sürerler. Jean Genet'yi, Robert Merle'i,
Boris Vian'ı, ilk yapıtları ile Marguerite Duras'yı
varoluşçuluğa yaklaştıranlar da yok değil. Böyle olunca da
bu akımın özelliklerinin hangi yazar lara dayanılarak
çıkarılabileceği sorunu ile karşılaşılıyor. Adı uzun süre
Jean-Paul Sartre'ınki ile birlikte anılan Albert Camus'ye
mi? Ama bu iki yazarın her şeyden önce sanat anlayışları
değişik: Jean-Paul Sartre'ın tersine, daha sanatçı, sanata
daha tutkun olan Albert Camus'ye göre anlatım ve biçim
vazgeçilemez öğelerdir.' 1952'de aralarındaki büyük
çatışma sonucu bozuşmaları, dünya görüşlerinin de hiç
uyuşmadığını gözler önüne sermiştir üstelik. Jean-Paul
Sartre'ın kurduğu ve bağlan tılı (engage) yazının
manifestosu kabul edilen "Presentation des Temps Modernes"
ve ''Qu'est-ce que la litterature?" başlıklı uzun
makalelelerini yayımladığı Les Temps Modernes dergisinin
ilk yazı kurulunun üyelerinden Raymond Aron, Albert
Ollivier, Maurice Merleau-Ponty ve Michel Leiris'in
yazdıklarında mıdır varoluşçu özellikler? Ama bunların ilk
üçünün ilgi alanlarına yazın değil, tarih, felsefe ve si
yasa girer; ayrıca giderek, özellikle soğuk savaş
döneminde, gerek düşünceleri, gerek siyasal tutumları ile
Jean-Paul Sartre'a ters düşer ve her biri başka başka
yönlere kayar. Çok önceleri gerçeküstücülüğü benimseyen
Michel Leiris ise varoluşçuluğunu gösteren bir yapıt
koymaz ortaya.
Gabriel Marcel ile -Maurice Nadeau'nun varoluşçuluğun
çevresindekiler diye nitelediği- Raymond Guerin, Colette
Audry, Roger Grenier, Jean Cau gibi yazarlar da bu akımın
açıklanmasında temel alınamazlar, çünkü, o büyük tartış
malara yol açan, gençleri arkasından sürükleyen, Gabriel
Marcel'in Hıristiyan var oluşçuluğu değil, Jean-Paul
Sartre'ın Tanrıtanımaz varoluşçuluğu olmuştur; öte kiler
ise romanları ve öyküleri ile değil Fransa dışında, kendi
ülkelerinde bile seslerini pek. duyuramamalardır.
Bütün bunlardan şu sonuç çıkmaktadır: Varoluşçuluk
denilince birçok düşünürün akla gelmesine karşılık,
gerçekten varoluşçu filozof sayısı birkaçı geçmiyor ve
bunlar da ele aldıkları aha sorunlarda kendi aralarında
anlaşmazlığa düşüyorlar, yazın alanında da birçok ad yan
yana sıralanabiliyor, ama gerçekten varoluşçu yazar olarak
Jean-PauI Sartre ile Simone de Beauvoir verildikten sonra,
Albert Camus' ye gelinince biraz duraksanıyor ve daha
ileri gidilemiyor. Öyleyse bu akımdan söz açmak
gerektiğinde Jean-Paul Sartre'ın düşüncelerinden ve
yapıtlarından yola çıkılmalı ve yeri geldikçe de ona
yıllarca yol arkadaşlığı, düşünce arkadaşlığı eden, her
zaman onun izinden yürüyen Simone de Beauvoir ile, ilk
yapıtları Jean-Paul Sartre'ınkilerle az ya da çok
benzerlikler gösteren Albert Camus'ye başvurulmalıdır.
Varoluşçu filozofların yazın ile felsefeyi birbirinden
ayıran uçurumu yok etme çabasında oldukları söylenir.
Onlara göre, açıklamak, çözümlemek değil, betimlemektir
söz konusu olan; bu yüzden Maurice Merleau-Ponty gibi
yazın alanında yapıt vermemiş olan varoluşçular bile,
yazar ve sanatçılar üzerinde düşünmekten kendi lerini
alamamışlardır. Jean-Paul Sartre'ın Jean Genet, Baudelaire
üzerine kitapları var. Onun Flaubert incelemesinin
büyüklüğü karşısında hayranlık duymamak elde değil. Nasıl
varoluşçu felsefe yazına yaklaşmak istiyor ise, varoluşçu
yazın da felsefenin alanına giren sorunlara el atar.
Jean-Paul Sartre, oyunlarından Gizli Oturum'da insanın
"başkası" ile ilişkilerini, Sinekler'de "özgürlüğü,
Tanrı-özgürlük ilişkisini", Saygılı Yosma'da "iyi"nln,
"doğru"nun göreceliğini inceler; Şeytan ve Yüce Tanrı'da
her zaman ve her yerde geçerli bir mutlak ahlak olup
olmadığını tartışır. Bulantı metafizik sorunlarla
yüklüdür; günlük biçimindeki bu romanın kahramanı Antoine
Roquentin'in deniz kıyısında çakıl taşına baktığında
duyduğu ürküntüyü ya da parkta bir ağacın kökü üzerine
düşündüklerini anlatan sayfalar, kendilerine bir felsefe
kitabında da rahatlıkla yer bulabilirlerdi. Jean-Paul
Sartre'ın tam anlamıyla felsefi kitapları bu sorunları da
içermektedir zaten. Simone de Beauvoir'ın Konuk Kız'\
karmaşık ilişkiler içinde bir üçlünün psikolojisi üzerine
kurulmuş geleneksel bir romandır, ama aynı zamanda
"başkası"nın varlığının yarattığı sorunları inceleyen
metafizik bir romandır da. Kendisi kabul etmiyorsa da,
Albert Camus'nün Sisyphe Efsanesi bir felsefe denemesidir.
Onun Yabancı'da, ele aldığı, bir kişi olarak Meursault
değil, insanın modern toplumla ilişkisidir daha çok.
Ayrıca Bulantı ile Yabancı'da yapmacıklarla dolu ve
anlamsız bir toplumda eski dayanaklarını, Tanrı'sını
yitirerek evrenin ekseni olmuş, ama bunun yanı sırada
makinenin, işinin tutsağı durumuna düşmüş -batılı- bireyin
hiçliğinin ve bu dünyada fazladan bir varlık olduğunun
bilincine varması, "saçma" diye nitelenen kavram biçiminde
sunulur okuyucuya.
Görüldüğü gibi, varoluşçu yazarlar felsefe ile yazını
birbirlerine yaklaştırmaya çalışmışlar, bir başka deyişle
romanı, öyküyü, tiyatroyu, denemeyi felsefeleştirmişler-dir.
Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Albert Camus, bu
türler aracılığı ile -kimi zaman yanlış anlaşılmış olsalar
da-geniş bir kitleye seslerini duyurabilmiş düşündüklerini
iletebilmişlerdir. Varoluşçu yazının en belirgin
özelliklerinden biridir bu.
Varoluşçuluğun ilk aşamasını temsil ettiklerini
söyleyebileceğimiz Sisyphe Efsane si denemesi, Yabancı,
Bulantı gibi romanlar yayımlandıklarında Fransız yazınına
yeni bir ses getirirler. Her şeyden önce, sevdiği ölmüş ya
da ondan uzakta olan bir coşumcu ozanın yalnızlığına hiç
benzemeyen, ama onunkinden çok daha büyük bir yalnızlık
içindedirler bu romanların kahramanları. Üstelik dinden ve
geleneksel ahlaktan tümüyle kopmuşlardır. Her şey
kendilerine yabancı olduğundan kendilerini teselli
edebilecek dayanaklardan da yoksundurlar. Sahteliğini,
yapmacıklığını ilan et tikleri toplumun, dünyanın hep
dışında tutarlar kendilerini. Hele olayların akış tarih
onları hiç mi hiç ilgilendirmez. Bu tutum ve davranışları
ile Antoine Roquen-tin ve Meursault, düşünce sistemlerinin
daha ilk basamağını yapmaya çalışan, henüz eyleme geçmemiş,
yalnızca sepekülasyonlarla uğraşan Jean-Paul Sartre ile
Albert Camus'yü gözümüzün önüne getirirler.
Ne var ki 1940'larda Jean-Paul Sartre da, Albert Camus de,
onlar gibi düşü nenler de, birdenbire olaylarla, savaşla,
"tarih"le yüz yüze gelecekler, böylece tarihselliklerinin
bilincine varacaklardır. Savaş yıllarının umutsuzluğa
düşürücü ortamı nedeniyle varoluşçu yazının ilk biçimi
-özellikle Gizli Oturum, Yanlışlık ve Caligula ile- biraz
daha sürecektir, ama işgal sırasında Direniş'e katılan bu
yazar lar artık bu anlamsız dünyaya daha başka bir gözle,
daha değişik bakacaklar, bun dan böyle yalnızlık konusunu
değil, "dayanışma" kavramını öne çıkaracaklar, kalemlerini
gerçekleştirmek istedikleri amaç için kullanacaklardır.
Varoluşçu felsefenin eyleme dönük yüzü buradan başlayarak
yazında kendini göstermekte, kuram yönünü Jean-Paul
Sartre'ın geliştirdiği ve daha çok politik sorunları konu
edinen bağlantılı yazın işte buradan kaynaklanmaktadır.
"Fazla"lık, "bulantı", "saçma", kişiyi özgürlüğünün
bilincine götürür. Özgür insan ise kendinden sorumludur,
içinde bulunduğu toplumdan, çağından sorum ludur. Varoluş
özden önce geldiğinden (Albert Camus bu düşünceye karşı
çıkar), yani insanı yaratan bir Tanrı olmadığından, özgür
insan kendi varlığına, kendisini belirleyen, kendisini
yaşatan eylemiyle bir anlam kazandırmak zorundadır
varoluşçuluğa göre. öyleyse özgür insan, özellikle yazar,
bir seçim yapmalı, bir şeye bağlanmalıdır; özgürlük de
ancak bu seçim ve bağlanma ile bir biçim alabilir,
varlığını sürdürebilir. Varoluşçu yazarlar da seçimlerini
yapıp politikaya atılmışlar, olayların akışının kendi
düşüncelerine uyan bir yön almasını sağlamak amacıyla bir
yandan kamuoyunu oluşturan en etkin güçlerden gazeteciliğe
el atarlarken, öte yandan da bağlantılı yazın ilkeleri
doğrultusunda yapıtlar vermeye yönelmişlerdir. Albert
Camus bir ara Combat gazetesinin başyazarı olmuş, kısa bir
süre de Express'de görev almıştır. Jean-Paul Sartre Les
Temps Modernes adlı dergiyi kurmuş, burada yazılar
yayımlamış, Mezarsız Ölüler, Kirli Eller, Nekrassov gibi
oyunların da siyasal ve toplumsal konular sergilemiştir.
Simone de Beauvoir Les Temps Modernes"in yazı kurulu
üyeleri arasında yer almış, kadın sorunlarını irdeleyen
yapıtları ile dikkatleri üzerine çekmiştir.
Evrene yalnızca seyirci kalan tutumunu bırakıp kişinin
eylemi seçişinin, bir bilinçten ötekine geçişinin, yani
düşünceden bağlanıma sıçrayışının yazındaki örneğini
Jean-Paul Sartre'ın sonuncusu tamamlanmamış dört ciltlik
Özgürlüğün Yolları ana başlıklı romanlarının kahramanı
Mathieu Delarue'de bulmaktayız. Otuz yaşlarında bir
felsefe öğretmeni olan Mathieu, varolduğunun, "burada"
nedensiz, gerekçesiz "bulunduğunun" bilincine varan
Antoine Roquentin'in bir devamıdır. Roquentin gibi
hiçliğini kavramış, bulantı deneyimini yaşamış olduğundan
özgürlüğünün bilincindedir o da. Özgürlüğünü yitirmekten
korktuğu için Komünist Partisi'ne girmemiş, Paris'ten
ayrılmamış, istediği halde İspanya Savaşına katılmamış,
bir şeye bağlanıp bağlanmama arasında sürekli
bocalamıştır. Hamile metresi Marcelle ile evlenmeyi de bu
yüzden göze alamamaktadır. Bir şeyler yapabilmek için bir
fırsat çıkmasını hep eli böğrün de beklemiş, özgürlüğünü
kısıtlayabilecek her şeyden kaçınmıştır; ama yine de
tedirginlik içindedir, boğuntu içindedir; çünkü hiçbir
işte kullanamadığı bu "özgürlük" boşlukta sallanmaktadır.
Öyleyse Mathieu'nün özgürlüğü bir işe yaramalı, bir anlam
kazanmalıdır. Ama nasıl? Ne yaparak? İkinci Dünya Savaşı
patlamıştır; bu savaş istese de istemese de onu da içine
alacaktır: Mathieu durumunu kabul eder, orduya katılmaya
karar verir; ilerleyen Alman tanklarına tek başına karşı
koymaya çalışır. Bu seçim, bağlanma yolunda atılmış ilk
adımdır yalnızca. Jean -Paul Sartre bağlanımı, Özgürlüğün
Yolları'nın son cildinde tanımlamayı düşünmüş tü. Bu
tasarısını gerçekleştirmedi, ama bu kavramın ne olduğunu
Mathieu yerine, kendi kişiliğinde gösterdi; bağlantılı
yazının en güzel örneklerini verdi.
Jean-Paul Sartre'a göre bağlanım kişinin, içinde bulunduğu
zamanın çözüm bekleyen siyasal, toplumsal sorunları
üzerinde düşünmesi, bunlar karşısında bir tavır almasıdır.
Herhangi bir siyasal partinin emrine girmemesi, sürekli
bağımsız kalması gereken yazarın işleyeceği konu,
sergileyeceği, ama hazır reçeteler vermekten kaçınarak
çözüm yollarını araştırıp bulmayı okuyucuya bırakacağı,
işte bu sorunlar; gelecek kuşaklar için değil, çağdaşları
için yazacağı oyunun, romanın mesajı, işte takındığı bu
tavır olmalıdır. Bu noktada biçim-içerik sorunu bir kez
daha tartışma konusu olmaktadır. Jean-Paul Sartre biçimin
unutulmaması, bir yana atılmaması gerektiğini söylüyorsa
da, ağırlığı terazinin içerik kefesine koymakta, özellikle
düzyazıda sanat sanat içindir ilkesini kökten
reddetmektedir. Simone de Beauvoir da onun gibi
düşünmekte, toplum için sanatı benimsemektedir. Buna
karşılık Albert Camus, bağlantılı da olsa, sanatın hep
sanat kalması gerektiğini savunmakta, birinci sırayı
biçime vermektedir.
Yine 1945'lere dönelim. Nazizmin, faşizmin güçlenip
yayılması, sonra da İkinci Dünya Savaşının getirdiği
çöküntü, geleneksel değerleri sarsmış, yıkmıştır artık.
Direniş'e katılmış olan varoluşçular, nazi zihniyetine
karşı koyamamış ve "saçma" üzerine kurulu felsefelerini
bekleyen nihilizmden kendilerini kurtarma, yeni bir
değerler sistemi geliştirme, o yılların umutsuzluk
ortamında bir umut ışığı yakma, yeni bir hümanizma
oluşturma çabasına girişirler. Metni sonradan kitap haline
getirilen konferansında Jean-Paul Sartre, varoluşçuluğun
bir hümanizma olduğunu haykırır.
1945-1950 yıllarının, yeni bir hümanizma getirdiğini
söyleyen Tanrıtanımayan varoluşçuluğu büyük tartışmalara
yol açar. Hem idealizmden, hem de materyalizmden
kurtulmayı amaçlayan, ama içinde bunların her ikisinden de
öğeler barındıran bu felsefe hem sağın, hem solun
yıldırımlarını üstüne çeker. Sağ kesim Jean-Paul Sartre'ın
gizli bir komünist olduğunu ileri sürer; sol kesim ise
yıkılmakta olan burjuvaziyi bir süre daha ayakta
tutabilecek yeni payandalar aradığını. Hıristiyan
varoluşçuluk onu din ve ahlak değerlerini yerle bir etmeye
kalkışmakla suçlar. En şiddetli saldırılar marksistlerden
gelir. Georges Lukacs, Jean-Paul Sartre'ın girişimini
idealizm ile diyalektik materyalizm arasında çıkmaza giden
bir "üçüncü yol" peşinde boşuna koşma olarak niteler.
Zaten en yaygın olduğu dönemde varoluşçuluğun ele aldığı
sorunlar çoğunlukla Sovyetler Birliği ve komünizm olmuş,
tartışmalar hep bunların çevresinde dönüp dolaşmıştır.
Jean-Paul Sartre Kirli Eller'de, Albert Camus Doğrular'da
politika-ahlak, başkaldırma-devrim ilişkisini, şiddet
kullanılmasını söz konusu ederek bu havayı yansıtırlar.
Ayrıca, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Maurice
Merleau-Ponty, marksizmle varoluşçuluğun bir bireşimini
yapmaya girişirler. Marksizm ile insanın tarihsel
çelişkilerini çözümlemeyi, varoluşçuluk ile de onun öznel
boyutunun olabilir tek yorumunu vermeyi amaçlar bu
bireşim.
Jean-Paul Sartre Özgürlüğün Yolları'nda, Albert Camus
Veba'da, başkalarının verdiği bir karar sonucu gelen
felaketlere sessizce boyun eğmeye karşı çıkan bu varoluşçu
hümanizmayı alegorik bir biçimde dile getirirler bir
bakıma. Ama bu iki düşünürün hümanizmaları birbirinden
uzaklaşmaya başlar yavaş yavaş: Albert Camus, durum ne
olursa olsun, şiddete "hayır" derken Jean-Paul Sartre
gerektiğinde buna başvurmada hiçbir sakınca görmez. Soğuk
savaşın, giderek Fransa'yı Amerika Birleşik Devletleri ile
Sovyetler Birliği arasında bir seçim yapma tehlikesiyle
yüz yüze getirdiğinde buna tepkileri de değişik olur.
Rusya'da çalışma kamplarının varlığı ile Stalin üzerine
tartışmalar ve Kore Savaşı varoluşçuların düşünce ve eylem
birliğini yok eder. Ölçülü bir "başkaldırma" ile yetinen
Albert Camus, Başkaldıran İnsan'da sonu devlet terörüne
vardığı gerekçesiyle tarihteki büyük devrimleri kınar.
Jean-Paul Sartre yazını hemen hemen bir yana bırakır.
1951'de oynanan Şeytan ve Yüce Tanrı'dan sonra bu alanda
iki piyes (Nekrassov, Altona Puslan) ile Sözcükler'i ve
Flaubert incelemesini yayımlar sadece. Politikaya daha çok
dalar, devrimden yana bir yol izler; marksistlere,
komünistlere yaklaşır. Onun bu yıllardaki tutumu, soğuk
savaş döneminde Fransız toplumunda ve basınında neredeyse
hezeyana varan antikomünist propagandaları, Mac
Carthyciliği acımasız ve saldırgan bir biçimde yeren
Nekrassov'da gözlemlenebilir. Ama bu, yalnızca Jean-Paul
Sartre'ın tutumudur, çünkü varoluşçular birininki
öbürününkine benzemeyen tek tek sesler yükseltmekte, bu
yüzden de 1945'lerdeki gibi etkileyici, sürükleyici
olamamaktadırlar artık. Olaylara katılmak, tarihe yön
vermek, çağı kucaklamak için aşağı yukarı on, on beş yıl
önce kolları sıvayan bu varoluşçu düşünürlerin hayal
kırıklıklarını, başarısızlıklarını Simone de Beauvoir Les
Man darins adlı yapıtında sergiler. Bu romanın
kahramanlarından Dubreuilh'ün Jean -Paul Sartre'ı,
Perron'un Albert Camus'yü, Anne'ın Simone de Beauvoir'ı
temsil ettiğinde hemen hemen tüm eleştiriciler
birleşirler.
1955'lerden sonra varoluşçuluk sönmeye yüz tutar. Albert
Camus'nün kö tümser bir hava sezilen son kitaplarında,
Veba'daki hümanist atılım hızını yitir miştir. Cezayir
Savaşı sırasında oradaki Fransızlardan vazgeçemediği gibi,
sömür geciliği de onaylayamadığından, bu savaş karşısında
kendisinden beklenen tavrı alamayıp susması onu yalnızlığa
iter. Jean-Paul Sartre ise, 1958'de, çağımızın aşılmamış
gerçek felsefesi diye nitelediği marksizmin bir yana
bıraktığı bireyin sorunlarını ele alıp çözümlemeye
başlayınca, artık sade bir "ideoloji" olarak gördüğü
varoluşçuluğun kendiliğinden ortadan kalkacağını açıklar.
Albert Camus ile Maurice Merleau-Ponty'nin 1960'ta
ölümlerinden sonra yayımlanan Simone de Beauvoir'ın
anıları, Jean-Paul Sartre'ın Sözcükler'i ile Paul Nizan ve
Merleau-Ponty üzerine yazdıkları, eski gücünü yitirmiş,
modası çoktan geçmiş varoluşçuluğun geriye dönüp
yaptıklarına, yapamadıklarına göz atmasıdır bir bakıma.
Kişinin sorunlarına çözüm arayan, kültür, tarih konularını
irdeleyen, çağını kucaklamak isteyen, düşünür ve eylemci
yönleriyle, kimilerince örnek alınan ya da kendinden söz
ettiren, varoluşçuluğun görkemli bir dönemden sonra
başarısızlıklarına, çıkmazlarına, dağılışına tanık olan
Jean-Paul Sartre günümüzde de okunmakta, saygı
görmektedir. Öteki varoluşçular da öyle. Ancak bugünün
düşünce akımları onların uğraştıkları konuların çoğuna pek
ilgi duymuyorlar ar tık, ama varoluşçuluğun felsefe ve
yazın tarihindeki gerçek yerini ve önemini za man daha iyi
gösterecektir.
Ekrem Aksoy
(Türk Dili Dergisi,s.349/Ocak 1981)
1 Jean-Paul
Sartre, Varoluşçuluk, önsöz ve çeviren: Asım Bezirci,
üçüncü basım, İstanbul,
Dönem Yayınları, 1964, s. 9.
2 bkz.: Pierre de Boisdeffre, üne Hîstoire vivante de la
litterature d'aujourd'hui, septieme
edition, Paris, Librairie Academique Perrin, 1968, s. 108.
3 Prof. Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, İstanbul, Milli
Eğitim Basımevi, 1979, s. 108-109.
4R.-M. Alberes, Sartre, huitieme edition, Paris, Editions
Universiuires, 1964, s. 6-7.
5J. Bersan.i, M. Autrand, J. Lecarme, B. Vercier, La
Littirature en France depuis 1945, Paris, Bordas, 1970, s.
25 et sqq.
6 Maurice Brueziere, Histoire descriptive de la
Litterature contemporaine, Tome premier,
Paris, Berger-Levrault, 1975, s. 355.
7 Maurice Nadeau, Le Roman français depuis la guerre,
Paris, Gallimard, Coll. "Idees", 1963,
s. 102.
8 Pierre de Boisdeffre, Une Histoire vivante de la
litterature d'aujourd'hui, op. cit., s. 128
Varoluşçuluğun Savunulması
Jean-Paul Sartre
Düşünbilimsel terimlerle, her nesnenin bir özü, bir de var
oluşu vardır. Öz, yani birtakım özelliklerin sürekli
birliği; varoluş, yani dünya üzerinde belli bir kılgısal
var olma. Pek çok kişi özün önce, varoluşun sonra
geldiğine inanır: örneğin bezelyeler bezelye düşününe
uygun olarak bitip yuvarlaklaşmakta, küçük hıyarlar da
salatalığın özünü paylaştıkları için hıyar olmaktadırlar.
Bu düşünün kökeni dinsel düşüncedir: olgu açısından
baktığımızda, bir ev yapmak isteyenin nasıl bir nesne
yaratmak istediğini tastamam bilmesi gerekir: burada öz,
varlıktan önce gelir; insanları Tanrı'nın yarattığına
inananlar için de, onları, kafasındaki belli düşüne göre
yaratmış olması kaçınılmazdır. Ancak, dinsel inanç
taşımayanlar bile, nesnenin ancak özüne uygun olarak
varolduğu konusundaki geleneksel kanıya katılmışlardır ve
on sekizinci yüzyıl bütün insanların insan doğası denen
ortak bir özleri bulunduğuna inanmıştır. Varoluşcuysa,
tersine, insanoğlunda -ama yalnız insanoğlunda- varoluşun
özden önce geldiğini savunur.
Bunun anlamı şu: insanoğlu ilkin vardır, sonra şu ya da
budur. Kısacası, insanoğlu kendi özünü eliyle yaratmak
zorundadır; kişiliğini, dünya sahnesine atılarak, acı
çekerek, kavga ederek yavaş yavaş belirler ve tanımlama
sonuna dek açıktır; insanoğlu ölmeden, insanlık yok
olmadan ne oldukları söylenemez. Bütün bunlardan sonra,
varoluşçuluk buyurgan (faşist), tutucu, ortaklaşmacı
(komünist) ya da halk erkinden yana mıdır acaba? Soru
saçmadır: genellemenin bu kertesinde, varoluşçuluk
insanoğluna hiç değişmeyecek doğal bir yapı yakıştırmaktan
kaçınarak insan sorunlarını ele almanın bir biçiminden
başka şey değildir. Eskiden, Kierkegaard'da, dinsel
inançla atbaşı gitmekteydi. Bugünse, Fransız varoluşçuluğu
Tanrıtanımazlığa ayak uydurma eğilimindedir, ama bu ille
de gerekli değildir. Bütün söyleyebileceğim —benzerlikler
üzerinde pek çok durmaktan da kaçınarak— varoluşçuluğun,
Marx'ta rastlanan insan anlayışından pek uzaklaşmadığıdır.
Gerçekten de, Marx, benimsediğimiz şu istenceyi kabul
etmez miydi acaba: bir şeyler yapmak, onları yaparken
kendi kişiliğini oluşturmak ve yapılanının dışında bir şey
olmamak.
Ancak, varoluşçuluğun insanı eylemle tanımladığı
görüldükten sonra, bu düşünbilimin bir dingincilik
olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar. Gerçekten, insanoğlu
eylemde bulunmaktan başka bir şey yapamaz; düşünceleri
birtakım tasarılar ve bağlanmalardır, duyguları da
birtakım girişimler; insanoğlu yaşamından başka bir şey
değildir, yaşamıysa davranışlarının toplamıdır. Peki ama,
yürek daralması, kaygı, denecek? Haa, bu azıcık görkemli
sözcük de son derece yalın ve günlük bir gerçekliği
içerir. İnsanoğlu olmuş bitmiş bir varlık olmadığına,
habire kendini oluşturduğuna ve kişiliğini oluştururken de
bütün insan soyunun sorumluluğunu üstlendiğine göre;
insana daha başından hazır verilmiş ne değer ne de aktöre
bulunmadığına ve her yeni durumda, hiçbir yere
yaslanmadan, kılavuzsuz, bütün insanlık adına karar vermek
zorunda kaldığımıza göre, eylemde bulunmak gerektiğinde
nasıl olur da kendimizi cenderede hissetmeyiz?
Edimlerimizin her biri dünyanın anlamını ve insanın
evrendeki yerini sorun yapar; istemesek de, her birimiz
evrensel değerler merdiveninin bir basamağını oluştururuz.
E, bu durumda, nasıl olur da, böylesine büyük bir
sorumluluk karşısında korkuya kapılmayız? Ponge, harika
metinlerinden birinde, insanoğlunun geleceğinin yine
insanın kendisi olduğunu söylemiştir. Bu gelecek henüz
belirlenmemiştir, nasıl olacağına henüz karar
verilmemiştir. Onu bizler oluşturacağız, edimlerimizin her
biri onu çizer; her birimize verilmiş bulunan bu kutsal
görevi kaygıyla hissetmemek için epeyce ikiyüzlü olmak
gerekir. Ama sizler, dediklerimizi daha iyi çürütebilmek
için, sinir hastalığıyla yürek daralmasını bile bile
birbirine karıştırdınız; varoluşçunun sözünü ettiği
erkekçe kaygıyı bilmem hangi hastalıklı yılgıya
dönüştürdünüz. Şimdi artık aka ak, karaya kara demek
gerektiğine göre, yüreği saran büyük sıkıntının eyleme
köstek olmak şöyle dursun, onun vazgeçilmez koşulu
olduğunu ve hem tasalarımızı hem de büyüklüğümüzü
oluşturan şu herkesin herkese karşı sorumlu olmasının
verdiği ağır duyguyla ayrılmaz bir bütün yarattığını
söyleyeceğim. Umutsuzluğa gelince, bu konuda da anlaşmak
gerekir. İnsanın umuda kapılmasının büyük bir yanılgı
olduğuda bir gerçektir. Buysa, umudun eylemi köstekleyen
başlıca engel olduğunu söylemekten başka nedir-ki? Savaşın
bizim katkımız olmadan, kendi kendine sona ereceğini,
Nazilerin bize dostluk elini uzatacaklarını, anamalcı
toplumun ayrıcalıkla kişilerinin ayrıcalıklarından seve
seve vazgeçeceklerini, yeni bir "4 Ağustos gecesi"
sevincinin yaşanacağını ummalı mıyız? Bütün bunları
umacaksak, kolumuzu kavuşturup sırtüstü yatıverelim.
İnsanoğlu, her şeyden önce salt kendisine güvenmesi
gerektiğini, şu yeryüzüne sorumluluklarının ortasına,
kendi saptayacağı ereği dışında bir ereğe sahip
olmaksızın, kendi eliyle yazacağı yazgının dışında bir
alınyazısı ummaksızın, yardımsız yardımcısız
bırakıldığını, yapayalnız olduğunu anlarsa birşeyler
umabilir, isteyebilir. Biz işte içinde bulunduğu duruma
ilişkin bu açık seçik gerçeğe, bilgiye umutsuzluk diyoruz.
Görüldüğü gibi bu, öyle coşumcu, güzel bir yolunu şaşırma
değildir, insanoğlunun yeryüzündeki durumunun
duygusallıktan uzak, açık görüşlüce bilincine varmaktır.
Tıpkı kaygının sorumluluk duygusundan ayrılmayışı gibi,
umutsuzluk da istemle iç içedir; gerçek iyimserlik
umutsuzlukla başlar. Hiçbir şey beklemeyen, hiçbir hakkı
olmadığını, kimsenin kendisine bir şey borçlu
bulunmadığını bilen, yalnız kendine güvenmekten mutluluk
duyan, herkesin iyiliği için tek başına eyleme geçmenin
tadını çıkaran insanın iyimserliğidir bu.
Varoluşçuluk, insan özgürlüğünü olumluyor diye
suçlanabilir mi? İyi ama, hepinizin gereksinmesi var bu
özgürlüğe; salt ikiyüzlülükten onu kendi gözünüzden
saklıyor, ama durmadan ona dönüyorsunuz sonunda elinizde
olmaksızın. İnsanı savunduğu davalarla, toplumsal
durumuyla, çıkarlarıyla açıkladıktan sonra, ansızın kızıp
köpürüyor, tutumundan ötürü onu acı acı kınıyorsunuz. Buna
karşılık, taptığınız, edimlerini kendinize örnek
saydığınız insanlar da var. Demek ki, kötüleri asmabitine,
iyileri de yararlı hayvanlara benzeten siz değilsiniz!
Birilerini kınayıp öbürlerini övmeniz, o güne dek
yaptıklarından apayrı şeyler yapabilecek yetide
oluşlarındandır. Sınıf kavgası yadsınmaz bir olgudur, ben
de bütün varlığımla katılıyorum bu kavgaya: yalnız, nasıl
oluyor da bu kavganın özgürlük düzleminde yer aldığını
göremiyorsunuz? Bize toplumcu dönekler deniyor; şu
özgürlük lafının afyonuyla, insanoğlunun zincirlerini
kırmasını önlüyorsunuz, deniyor. Ne büyük salaklık! Biz
bir işsizin özgür olduğunu söylerken, hoşuna giden şeyi
yapabileceğini ve bir anda varlıklı, rahat bir kentsoyluya
dönüşebileceğini değil, yazgısına boyun eğmeyi ya da
başkaldırmayı seçmekte özgür olduğunu anlatmak istiyoruz.
İçinde bulunduğu yoksulluğu yok etmeye gücü yetmez elbet.
Ancak, kendisini yutan yoksulluğun içinden, kendi adına,
başkaları adına, yeryüzündeki bütün yoksulluklara savaş
açmayı seçebilir; yoksulluğun insanoğlunun yazgısı
olmasına hayır demeyi seçebilir. Zaman zaman birtakım
temel doğruları anımsatınca toplumcu dönek mi olunuyor?
Öyleyse, "Biz dünyayı değiştirmek istiyoruz" diyen Marx da
bir toplumcu dönekti, o bu yalın tümceyle, insanın kendi
yazgısının sahibi olduğunu dile getiriyordu. Demek ki
sizler de toplumcu döneklersiniz, çünkü bir zamanlar
birtakım hizmetler görmüş bulunan, ama artık yaşlanan
maddeciliğin dar sınırları dışına çıkmaktasınız. Öyle
düşünmeseydiniz, insan da bir nesne, topu topu bir avuç
fosfor, karbon ve kükürt olur çıkar, onu kurtarmak için
serçe parmağınızı bile oynatmanız gerekmezdi.
Varoluşçuluğun ağlamaklı bir tat çıkarma olmadığını,
eyleme, çabaya, kavgaya, dayanışmaya dayanan insancı bir
düşünbilim olduğunu anlatacak kadar söz ettim mi bilmem?
Bu aydınlatmadan sonra da birtakım gazetecilerin
kalemlerinden hâlâ "seçkinlerimizin umutsuzluğu" falan
gibi saçma sapan laflar dökülecek mi, göreceğiz.
Eleştirmenlerime şunu söylemek isterim: paşa gönlünüz
bilir. Aslını ararsanız, sizler de özgürsünüz; bizim gibi
devrim için savaşanlara gelince, bunun iyi niyetle mi kötü
niyetle mi daha iyi yapılacağına karar vermek size düşer.
Soyut bir düşünbilim olan ve güçsüz insanlarca savunulan
varoluşçuluk ufacık, ilgiye değmez bir sorundur. Ama bu
konuda da, bütün benzerlerinde olduğu gibi, yalan atmayı
sürdürmenize ya da saldırsanız bile, hakkını vermenize
göre, insanoğlunun geleceğini belirleyeceksiniz. Umarım
bunu anlar ve bundan ötürü azıcık yararlı bir kaygı
duyarsınız.
(Çev.:
Bertan Onaran) |