Free Web Hosting

 

15. yy.

 

            Adli(II. Bayazid), Adni, Ahmed Paşa, Avni(Fatih Sultan Mehmet), Cem Sultan, Necati, Süleyman Çelebi, Şeyhi..

 

            ADLİ(II. BAYEZİD)

       Dünyaya 1447 yılında Dimetoka’da gelen II. Bayezid, 1481'de Fatih'in ölümü üzerine Osmanlı tahtına XIII. padişah olarak geçmiştir. Rakibi olan şehzade Cem'in saltanat arzusuna, yeniçerilerin kendisine taraftar olmaları ve vali bulunduğu Amasya'dan merkeze Cem'den önce varışı ile set çekti. Bu rekabet bilinen gelişmelerle 1495'e kadar devam etti. 10 Haziran 1512 tarihinde Çorlu’da vefat etmiştir.

       Kendisi de âlim ve şair olan II. Bayezid kendi devrini âlimler, şairler devri haline getirmiş, bir kısım isim ve işleri ile Künhü'l-Ahbar'da kaydedilmiş olan yüzlerce kabiliyeti şöhret haline getirmiştir, birçok yönden babası Fatih'i aratmamıştır.

II. Bayezid, şiirlerinde mütevekkil ve şükredicidir, bazen de bir hak ve adalet arayıcısıdır.

Adlî, Ahmed Paşa’yı üstad tanıyarak gazel söylemiş, Necatî'den aldığı ilham ve feyzi de ilk tesirle birleştirerek devrinde vasat kudret ve kabiliyette bir şair olmuştur.
 

         Şeyhî

    XV. yüzyıl Türk şairlerindendir. Şeyhü'l-şuarâ unvanı ile anılan ve mahlası Şeyhî olan şâirin asıl adı Yûsuf Sinâneddîn’dir, devrin kültür merkezlerinden olan Kütahya'da 1376 yılında dünyaya gelmiştir. Germiyanlı'dır. Göz hastalıkları alanında ünlü bir tabib olması nedeniyle Hekim Sinan adıyla da ün kazanmıştır. I. Murat zamanında doğan Şeyhî, Yıldırım Bayezid, Süleyman Çelebi, Sultan Mehmet ve II. Murat devirlerini idrâk etmiştir.

    Öğrenimine Kütahya'da başlayan Şeyhî, şâir Ahmedî ve diğer âlimlerden ders görmüştür. Ayrıca, öğrenim için İran'a gitmiş, orada tasavvuf, hikmet, tıp ve diğer ilimleri öğrenmiş, özellikle tasavvuf ve edebiyatta derin bilgiler kazanmıştır.

İran dönüşünde Ankara'da Hacı Bayrâm-ı Velî'ye intisabederek tarikata girmiş, Şeyhî mahlasını almıştır. Çelebi Sultan Mehmet, Karaman Seferi sırasında (1415) Ankara'da rahatsızlandığı zaman Kütahya'dan tedavi etmesi için çağırılmış, başarı gösterdiği için de taltif edilerek kendisine Tokuzlu Köyü tımar olarak verilmiş, sultanın özel doktorluğuna atanmıştır.

Şeyhî, Tokuzlu Köyü'ne giderken tımarın eski sahipleri tarafından tecavüze uğramış, durumu «Har-nâme» mesnevisi ile padişah Çelebi Sultan Mehmed'e bildirmiştir.

    II. Murat’ın hükümdar olmasından sonra, Germiyan hanedanı ve Osmanlı sultanları ile devamlı münasebette bulunmuş, hayatını hekimlik ve eczacılık yaparak kazanmıştır.

Büyük bir mutasavvıf olan Şeyhî, gerek Dîvân’ında ve gerekse Hüsrev ü Şîrin’inde tasavvuf kurallarından bol bol yararlanmıştır. Fakat kendisi şeyhlik yapmamıştır.

Çirkin ve gözleri ağrılı olan şair zarif, şakacı ve nüktedan bir mizaca sahiptir. Ayrıca alaycı bir yönü de vardır. Olgun, sabırlı ve temkinli bir ruh taşır.

1431’de Kütahya’da vefat etmiştir.

    Edebî Kişiliği

Kendisine yöneltilen bazı haksızlıkları büyük bir duyarlılık ve tevekkülle karşılayan şair, sûfî mizaçlı, zarif ve nüktedândır. Hayat felsefesi ve dünya görüşünün temelinde dinî kurallar ve İslâmî ideoloji yatar: Dünya fanidir, onun varlıklarına aldanmamalıdır. Bu faniliğin arkasında ebedî olan İlâhî varlığa inanmalıdır; asıl saadet budur. Bu görüşlerinde İran şairlerinin etkisi büyüktür.

Şeyhî hayatı boyunca, sanatının anlaşılmaması, hasetçiler, rakipler, takdir edilmediği için refah içinde yaşayamama durumlarından yakınır. Fakat bu yakınmalarının bir kısmı, sanatlıca mübalâğadan ibaret olup gerçeğe uygun değildir. Çoğu kez bunları, sanatçı ruh ve gururunun tatmin edemediği için söyler.

Tasavvufla ilgili bulunması, tarîkata mensubolması dolayısıyla eserlerinde sükûn, tevekkül, teslimiyet ve bir huzur sezilir.

Şeyhî'nin sosyal düşünceleri, zenginlik ve fakirliğin adil olmayan bir şekilde yayılmasından, sosyal eşitsizlikten yakınma; bir insanda cömertlik, kahramanlık, adalet ve dinine bağlı olması gerekliliği şeklinde sıralanabilir.

Şeyhî, gazel ve kasidelerinde, özellikle Iran şâirlerinden Selman-ı Salvecî ve Hâfız-ı Şirazî ile diğer ikinci derce şâirlerin etkisindedir. Şeyh Şa'dî’den dünya görüşü ve felsefesi, Hâfız'dan şiir zevki bakımlarından yararlanmıştır. Ayrıca, başka şairlerin birtakım buluşlarını aynen benimsediği olmuştur. Nitekim bu yüzden eski eleştirmenler tarafından eleştirilmiştir.

İran şairlerinin etkilerinin fazla bulunması bakımından gazelde pek başarılı olamamıştır.

"Şeyhü'l-Şuara", "Hüsrev-i Şuarâ", "Emîr-i Şuarâ", "Serdâr-ı Şuarâ" gibi unvanlarla övülmüş olan Şeyhî'nin üstadlığı birçok şair tarafından kabul edilmiştir. Şöhretini XVI. yüzyılda ve daha sonraları devam ettirebilmiş bir şairdir.

Halilî, Karamanlı Nizamî, Hümamî gibi şairler, şairlik değerlerin anlaşılmasında onu kıstas, mihek saymışlardır. Kırk beş tane şâir taraftından tanzîr edilmiştir. Necatî ve başka birçok şairi de etkilenmiştir.

Asıl büyük şöhretini, Hüsrev ü Şîrîn’i sayesinde kazanmıştır, Mısır Türkleri arasında da tanınan şair, mutasavvıf çevrelerinde oldukça geniş şöhret edinmiştir. XVII. yüzyıldan sonra ünü gittikçe azalmıştır.

     Eserleri: Dîvân, Har-nâme, Husrev u Şîrîn. Ayrıca Şeyhî’nin olduğu tahmin edilen Ney-nâme ve Hâb-nâme isimli eserler vardır.

  

 

Süleyman Çelebi

Mevlid’i ünlüdür.

Meshûr Türkçe "Mevlid" kasîdesinin yazari. Bursa'da dogdu. Kaynaklarda Süleymân Çelebi'nin dogum târihine dâir bir kayda tesâdüf edilmedi. Ancak, Süleymân Çelebi'nin Mevlid'i 60 yasinda yazdigi ve eserin 1409 (H.812) senesinde bittigi, en eski olarak bilinen nüshasinda mevcut bir beyte istinâd etmektedir.1422 (H.825) senesinde vefât ettigi bilindigine göre, onun 1351 (H.752) senesinde dogdugu neticesi çikmaktadir. Sultan Birinci Murâd Hanin vezîrlerinden AhmedPasanin oglu, Seyh Mahmûd Efendinin torunudur. Mahmûd Bey, 1338 (H.738) senesindeSadrâzam Süleymân Pasa ile Rumeli'ye sal ile geçenlerdendir. Süleymân Çelebi, Bursa'da asrinin ileri gelen âlimlerinden ilim tahsîl etti. Büyük bir âlim olarak, Sultan Yildirim Bâyezîd zamâninda Dîvân-i hümâyûn imâmi, sonra da Bursa'da onun insâ ve ihyâ ettigi câminin imâmi oldu. Resûlullah efendimize olan muhabbeti, Vesîlet-ün-Necât isimli mevlid kasîdesini yazmasina vesîle oldu. Eserini yazmasinin sebebi olarak gösterilen hâdise hakkinda; Künh-ül-Ahbâr, Güldeste, Tezkire-i Latîfî ve baska kaynaklarda genis bilgi vardir. Süleymân Çelebi'nin vefâti için düsürülen târih, "Râhat-i ervâh"tir. Mezari, Bursa'da Çekirge yolu üzerindedir.

"Ölmeyüb Îsâ göge buldugu yol,
Ümmetinden olmak için idi ol."

beytini söyledikten sonra, Resûlullah efendimizin fazîletlerini söyle îzâh etmistir:

"Dahî hem Mûsâ elindeki asâ,
Oldu O'nun izzetine ejderhâ.

Çok temennî kildilar Hak'dan bunlar,
Kim Muhammed ümmetinden olalar.

Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur.
Lâkin Ahmed efdâl-ü-ekmel durur.

Zîrâ efdallige ol elyak durur,
Âni öyle bilmeyen ahmak durur."

       Iyi bir tahsîl gören Süleymân Çelebi,Bursa'daki Ulu Câminin bas imâmligina getirildi. Bu câmideki imâmligi sirasinda, birgünIranli bir vâiz, vâz ve nasîhat ederken, Bekara sûresinin iki yüz seksen besinci âyet-i kerîmesinin; "Biz Allahü teâlânin peygamberlerinden hiç birinin arasini ayird etmeyiz (hepsine inaniriz). Duyduk ve itâat ettik." meâl-i serîfini tefsîr ederken de; "Hazret-i Muhammed ile hazret-i Îsâ arasinda hiçbir farklilik, üstünlük yoktur." diye, kendi kafasina, bozuk inanisina göre tefsîr etti. Cemâat arasinda bulunan bir kimse dayanamayip, ayaga kalkti ve; "Ey câhil! Kendi kafana göre nasil tefsîr edebilirsin? Sen bu ilimde çok gerilerdesin. Hiç peygamberler (aleyhimüsselâm) arasinda üstünlük farki olmaz olur mu? Elbette peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm), bütün peygamberlerden daha üstündür. Burada fark yoktur demek, nübüvvet ve risâlet yönünden fark yoktur demektir. Üstünlükler, mertebeler yönünden degildir. Burada; "Birinin peygamberligini kabûl edip, digerini kabûl etmiyerek aralarinda bir ayrilik gütmeyiz. Herbirini kendi derecelerine göre peygamber olarak kabûl ederiz" buyurulmaktadir. Bundan, derece ve fazîletleri aynidir anlami çikmaz. Bunun isbâti ise, yine Bekara sûresinin iki yüz elli üçüncü âyet-i kerîmesidir. Burada meâlen; "Bu (sûrede sözü geçen) peygamberlerin bir kismini, kendilerine verilen özelliklerle digerlerinden üstün kildik." buyurulmaktadir. Görüldügü gibi, bu iki âyet-i kerîme, bizim âlimlerimizin tefsîr ettigi gibi birbirlerini dogrulamaktadir. Hâlbuki, senin bozuk düsüncene göre birbirlerini tekzib etmektedir ki, hâsâ bu olamaz!" gibi pekçok sözler söyledi, pekçok delîller getirdi. Neticede Iranli vâiz, yanlis düsündügünü kabûl etti. Bütün bunlara sâhid olan Ulu Câmi bas imâmi Süleymân Çelebi, bu hâdiseden dolayi çok duygulanmis ve meshûr Mevlid-i Serîfini yazmistir. Mevlid-i Serîf'inde, hep Ehl-i sünnet îtikâdini anlatmistir. Bu bozuk îtikâdli vâizin sözüne cevap olarak:

     Süleymân Çelebi, Mevlid'inde; Allahü teâlânin mutlak irâdesini, yoktan var ettigini ve Muhammed aleyhisselâmin hiçbir mahlûkda bulunmayan üstün, yüksek ve emsâlsiz vasiflarini anlatir. Her kelimesinde, gönlü Resûlullah aski ile yanan bir müminin engin ask ve muhabbet kokulari vardir. Hazret-i Muhammed'in diger peygamberlere olan bütün üstünlükleri, en güzel kelimeler ve en vecîz ifâdelerle anlatilmistir.

     Mevlid; münâcaat (Allahü teâlâya yalvarma), velâdet (Peygamberimizin dogumu),   

risâlet (Peygamberligin bildirilisi), mîrâc (Göklere çikisi, Cennet'i ve Cehennem'i görmesi), rihlet (Peygamberimizin vefâti) ve duâ bölümlerinden ibârettir.

 

 

 

     AHMED PAŞA

   XV. yüzyılın en usta divan şairi sayılan Ahmet Paşa, II. Murat devrinin büyüklerinden Kazasker Veliyüddin bin İlyas’ın oğludur. Ahmet Paşa’nın ne zaman doğduğu bilinmemektedir. Fuad Köprülü, İslâm Ansiklopedisi’nin Ahmet Paşa maddesinde “Edirne’de yaptırılan cami ve imaret vakfiyesinin Veliyüddin tarafından tanzim edildiği ve şairimizin memuriyet hayatı hakkındaki kayıtlar düşünülürse, bu tarihten (830/1426) biraz evvel ya da biraz sonra doğduğu” fikrini ileri sürmüştür.

Latîfî, tezkiresinde ve Gelibolulu Âlî de Künhü’l-ahbâr adlı eserinde Ahmet Paşa’nın Bursa’da doğduğunu yazmışlarsa da bu bilgi yanlıştır. Daha eski kaynaklardan biri olan Sehî Tezkiresi ile Güldeste sahibi Beliğ, onun Edirne’de doğduğunu söylerler. Âşık Çelebi de tezkiresinde Ahmet Paşa’nın vârisi olan amcasının oğlu Edirneli Nâzır Çelebi ile görüştüğünü, ondan bilgi aldığını ve şairin Edirneli olduğunu yazar. Ayrıca son zamanlara kadar Edirne’de Veliyüddin oğlu adını taşıyan bir mahalle ve mescidin olması, şairin bu şehirde doğduğunu gösteren kuvvetli delillerdir. Latîfî ile Âlî’nin onu Bursalı göstermelerinin nedeni, şairin ömrünün çoğunu Bursa’da geçirmesi ve orada ölmesi olmalıdır.

Ahmet Paşa, II. Murat zamanında Edirne’de okumuştur. Devrin geçerli bilgileri yanında Arapça ve Farsça da öğrenmiştir. Öğrenimini bitirdikten sonra önce Bursa’da Sultan Murad Medresesi’nde (Muradiye Medresesi) müderrislik yaptıktan sonra 855/1451’de Edirne’ye kadı tayin edilmiştir. Fatih’in tahta geçmesinden sonra kazasker olan Ahmet Paşa bir süre sonra Fatih’in musahibi oldu ve vezirliğe yükseldi.

Padişaha ve Osmanlı devletine sadık olan, padişahtan çok fazla iltifat gören Ahmet Paşa bunca meziyetinin ve buna mukabil kendisine gösterilen teveccühünün başkaları tarafından kıskanıldığına şüphe yoktur. Sehî, Latîfî, Şakâik, Hasan Çelebi, Beyânî Tezkireleri ile diğer başka kaynakların ifadesine göre günün birinde Fatih’in hizmetkârlarından birine laf attığı için gazaba gelen Fatih kendisini vazifeden azleder ve hapsettirir. Âşık Çelebi ise Ahmet Paşa’nın birkaç fesatçının iftirasına uğradığını bildirir. Şair burada
Ey muhît-i keremün katresi ummân-ı kerem
Bâğ-ı cûd ebr-i kefünden tolu bârân-ı kerem
Beytiyle başlayan ve Kerem kasidesi unvanıyla tanınan 35 beyitlik meşhur kasidesini padişaha yollar ve affedilmesini rica eder. Bunun üzerine ölümden kurtulduğu tahmin edilen Ahmet Paşa, yevmiye otuz akçe vazife ile Bursa’ya tayin edildi. Orada Orhan, Muradiye ve Emir Sultan vakıflarının işlerini yürütmekle görevlendirildi. Bundan sonra bir daha İstanbul’a dönememiştir. Büyük edebiyat tarihçilerimizden Ali Nihad Tarlan, Kerem kasidesinin yazılışını başka bir sebebe bağlamakta ve yukarıdaki gibi bir hadisenin vukuuna ihtimal vermemektedir.

Ancak şair Bursa’da vazifelerden memnun kalmayıp Bursa’ya gelen Fatih’e durumunu arz ederek buradan affını isteyince Sultanönü (Eskişehir) sancağına, daha sonra da Tire ve Ankara sancak beyliğine tayin edilmiştir. Bu vazifelerin hiçbirinden memnun kalmayan şair, tekrar padişaha yolladığı bir şiiriyle Ankara’dan ayrılma ricasında bulunur. Bu ricası büyük bir ihtimalle Fatih’in ölümü nedeniyle yerine getirilememiştir.

Fatih’in 1481’de ölümü üzerine tahta geçen II. Bayezid’in zamanında tekrar eski itibarını kazandı. Ankara’dan ayrılma isteği II. Bayezid tarafından yerine getirilen şair Bursa’ya sancak beyi olarak tayin olundu ve ölünceye kadar orada kaldı.

Bursa’da idarî işler yanında edebî toplantılarla hayatını sürdürmüş olan
Ahmet Paşa 902/1497’de vefat edince, Muradiye Camii yanında önceden yaptırdığı medrese civarına gömüldü. Türbe daha sonra inşa edilmiştir.

 

          Avnî (Fatih Sultan Mehmed)  

1 Nisan 1430 tarihinde doğan Fatih Sultan Mehmed, II. Murad ile Hüma Hatun'un oğludur. İyi bir eğitimden geçen II. Mehmed 1443'te Manisa sancakbeyliğine gönderildi. Kardeşi Alâeddin Çelebi'nin aynı yıl ölmesiyle tahtın varisi oldu. 1444 -1446 yıllarında hükümdarlık tahtına oturduğunda babası II. Murad, Manisa'da dinlenmekteydi. Yeniçerilerin ayaklanması ve Halil Paşa'nın ısrarıyla yeniden tahta geçti. II. Mehmed yeniden Manisa'ya sancakbeyi olarak döndü. Buradaki beş yıllık görevinde kültürel ve siyasal ufkunu genişletti. 10 Şubat 1451'de babasının ölümüyle Edirne'ye gelerek 19 Şubat'ta ikinci kez tahta oturdu.

İstanbul'u alarak Bizans imparatorluğunu tarihten silmeyi düşünen II. Mehmed, bu düşünü büyük gayret ve hazırlıklarla 29 Mayıs 1453'te gerçekleştirmiş, Osmanoğulları'nın en büyük ve anlamlı zaferini elde ederek, kendine, "Fâtih-i Kostantiniyye", devlete de imparatorluk unvanını kazandırmıştır. İstanbul’daki ticarî canlılığı sağlamak için 1454'te Venediklilerle her türlü ekonomik serbestliği öngören bir antlaşma imzaladı.

Fatih'in dış görünüşünü kendisini tanıyan yerli ve yabancı birçok yazar ve sanatkâr tasvir etmiştir. İtalyan Zorzo Dolfin, onun az gülen, çalışkan, zekî, amacına ulaşmada inatçı, kitap okumayı çok seven, araştırmalar ve incelemeler yapan cömert bir insan olduğunu söyler. Neşrî ise Fatih'i, adaletli, yiğit, bilgin, dindar, bilim adamlarını ve erdem sahiplerini koruyan bir kişi olarak tanıtır. Bu özellikleri onun sefere gittiği yerlerden birçok âlim ve sanatçıyı istanbul'a getirmesine vesile olmuştur.

Hayatının her dönemini azami bir verimle kullanan Fatih Sultan Mehmed 1481 baharında sefer için orduyla birlikte İstanbul'dan ayrıldı. Padişah, Maltepe'de hastalanarak Tekür Çayırı'ndan öteye gidemedi. 3 Mayıs 1481'de 51 yaşında öldü. Cenazesi kendi adını taşıyan caminin kıble tarafındaki türbesine gömüldü.

     Edebî Kişiliği

Çocukluğundan itibaren bir ilim, şiir ve sanat havzasında yetişmiş ve bu ilgisini hayatının sonuna kadar sürdürmüş olan Fatih Sultan Mehmed, Avnî mahlâsıyla şiirler yazmış, divanı olan ilk Osmanlı padişahıdır. Bütün kaynakların fikir birliğine vardığı nokta; hassas ruhlu, sözüne sadık, âlim ve sanatkârları himaye eden, musikîye ve şiire düşkün bir insan olmasıdır. Gelenekleşen âlim ve şairleri toplayarak sohbet etme adeti II. Mehmed döneminde haftada iki gün yapılmıştır.

Bugün Fatih'in şiirlerinin bulunduğu divan, bir divandan çok içerisinde gazellerin bulunduğu bir divançe niteliğindedir. Onun devrine göre iyi bir şair olduğunu bu divançedeki şiirler açıkça ortaya koymaktadır.

Avnî'nin altı dil bildiği rivayet edilmekle beraber Arapçayı ve Farsçayı eserleri aslından okuyacak kadar iyi bilmektedir. Dili diğer Osmanlı şairlerinden farklılık göstermeyen Avnî, zaman zaman devrine göre sade ve duru bir üslûp kullanmıştır. Kimi beyitlerinde konuşma dili rahatlığı içindedir.
Devlet adamlığı, komutanlığı, zaferden zafere, ülkeden ülkeye koşmakla geçen hayatının izleri şiirlerine pek yansımamıştır. O, maddî zevk ve saf aya kayıtsız kalan, yaptığı işleri manevî görev bilen bir padişahtır.

Avnî'nin şiirlerinde rindâne ve âşıkane söyleyişlerin yanında hükümdarlığını yansıtan beyitler de vardır.

Sahip olduğu karakter ve üne rağmen zaman zaman sevgili kavramının arkasında ölüm karşısında çaresizliği, dünyanın geçiciliğini, kulluğunu unutmadığı görülür.
Avnî'nin şiirlerindeki hayal zenginliği ve yeni buluşlar dikkat çekicidir.
Divan şiirinin geleneklerine uygun olarak O da gerçek dost bulmanın zorluğundan, devrinden, anlaşılamamaktan, ayrılıktan, güzellerin eziyetlerinden, gönülden felekten dem vurur.
Divandaki gazeller bize II. Mehmed'in 'aşk, sevgili ve güzeller konusundaki düşüncelerini tüm samimiyeti ve açıklığıyla ortaya koyar. O tamamen hissî ve hiçbir çıkara dayanmayan bir sevgilinin övgüsü içindedir.

Şiirlerinin incelenmesiyle ortaya çıkan bir başka sonuç da Şirazlı Hafız ve Şeyh Sadi gibi lirik ve didaktik Iran şairlerinin etkisinde kalmış olmasıdır. Gazellerdeki didaktik, öğüt verici ve atasözlerine yakın söyleyişler bu etkiyi daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Avnî, Anadolu sahasında ise en çok Şeyhî ve Ahmed Paşa’nın etkisinde kalmıştır.

       Cem Sultan

    Fatih'in küçük oğlu Cem Sultan, renkli kişiliği yanında şanssız şehzadelerin başında yer alan birisi olarak görülüyor. Başından geçen çeşitli olaylar yanında, şiiriyle de ön plana çıkan Cem, halk tarafından büyük bir sevgiyle benimsenmiş, sevilip sayılmıştır.

Küçük yaşlarda Arapça ve Farsçayı öğrenen Cem, çevresindekileri hep şiirle uğraşan kişilerden seçmiş, etrafına Sa'dî, La'lî, Kemalî, Şahidî gibi şairleri toplamıştır. Şiirde Ahmet Paşa'yı örnek alan Cem Sultan, yazdığı şiirleriyle Türkçede olduğu gibi Farsçada da beğenilen bir şair olduğunu ortaya koymuştur.

 

      NECATİ

    XV. yüzyıl Anadolu Dîvân şiirinin, Bursalı Ahmed Paşa'dan sonra en ünlü şairidir.
Asıl adı İsa Necâtî Bey olan şair, Edirnelidir. Fakir bir aileye mensup olduğu ve yetim kaldığı için Edirneli bir hanım tarafından büyütülmüştür. Ondaki zekâ ve kabiliyeti gören şair Sâilî, öğrenimini üzerine almış, iyi bir eğitim ve öğretim görmesini sağlamıştır. Öğrenim derecesi, Medresenin yüksek kısımlarına kadar varır. Yaradılışı dolayısıyla hemen edebiyatta, şiir ve inşaya yönelmiş ve bu yolda yürümüştür. Bir ara Kastamonu'da da bulunan Necatî, şiir söylemekte üstün başarıya orada ulaşmıştır. Edirne'de doğmakla beraber, asıl yetiştiği ve üne kavuştuğu yer Kastamonu'dur.

Önceleri şiir alanında, Kasîde-i Şitâiyye'siyle Fâtih Sultan Mehmed'in dikkatini çekmiştir. Sonra padişahın Dîvân Kâtipliği'ne tayin edilmiş ve himayesini görmüştür. Fatih ölünce, II. Bayezid'in himayesini görmüştür. Daha sonraları, Karaman valisi Şehzade Abdullah'ın Dîvân Kâtipliği'nde bulunmuş, onun 1484 de ölümünden sonra İstanbul'a gelmiştir. Yirmi yıl İstanbul'da kalmış, bir ara çok sevdiği II. Bayezid.'in oğlu Şehzade Mahmud'a Saruhan (Manisa) Sancağı'nda Nişancılık görevinde bulunmuştur. Burada "Bey" unvanını alarak, Necatî Bey diye anılagelmiştir.

1507'de Şehzade Mahmud'un ölümünden sonra İstanbul'a gelmiş ve 17 Mart 1509 tarihinde Vefa'daki evinde ölmüştür.

      Edebî Kişiliği

Necatî Bey, kendine özgü zengin hayâlleri ile süslü şiirlerindeki rindâne üslûp ve nükteli anlatımıyla övünür. Eşsiz cinasları, anlamca yeni ve dillerde atasözü gibi dolaşan şiirleri, Ahmet Paşa'nın şiirlerine yakın; sanat gösterişinden uzak, tabiî oluşu nedeniyle de Zatî'nin şiirlerinden üstündür. Türk Edebiyatı'nın İran etkisinden uzaklaştırılmasında büyük katkılarda bulunmuş, şiire canlılık kazandırmıştır.
Necatî Bey, Şeyhî'yi, İran şâirlerinden Kemalüddîn İsfahanî, özellikle Nizamî ve Selmân-î Sâvecî'yi takdir etmiş, başkalarının şiirlerinden anlam çalanları acı bir dille yermiştir.

Şiirinde az ve öz anlatım yolunu seçmiş, zaman zaman kendi şiirini de övmüştür. Anlatımı atasözü tarzındadır. Anlatımının el değmemiş, yani başka şiirlerden çalma mazmunları olmadığını açıkça söyler.

Kasidelerinde medhiyelere önem vermiş, sık sık tegazzül yapmıştır. Bu şiir türündeki asıl başarısı, tasvirlerinde hayal unsurunu ikinci planda tutarak, gözleme büyük yer vermesinden ileri gelir. Bu şiirlerinde oldukça sade bir dil kullanmıştır.

Gazel tarzına önem vermiş, gazellerinin dünyayı tuttuğunu söyleyerek onlarla övünmüştür. Bu nedenle de kasidelerinde sık sık tegazzül yapmıştır. Özellikle gazelleri sadedir. Bu mahallîlik, yalnız dilde değil, teşbihlerinde, özellikle kendi hayatını yansıtan tabiat, av sahnelerine ait tasvirlerinde, atasözü kullanmasında veya bu nitelikteki mısralarında kuvvetle hissedilir.

Necati'nin kendine hayran olan Şevkî, Sun'î, Talî, Rıza'î, Üsküplü Zahrî, Sehî, Mihrî Hatun, Sûzî-yi Nakşibendî, Vâlihî gibi XV-XVI. yüzyıl şairleri üzerinde özellikle etkileri görülür. Ayrıca birçok şair, şiirlerine nazireler yazmıştır.

Necatî Bey, Türkçe söz ve ibareleri şiire sokarak bir çığır açmış. Millîleşme Akımı'nın ilk öncülerinden olmuştur. Türk şiirine, adeta bir kişilik kazandırmış, millî ruh ve zekâmızın mührünü vurmuştur.

Ünü ve etkileri Tanzimat'a kadar devam eden Necatî Bey, yazdığı Farsça şiirlerinde de başarılıdır.

Necatî, mersiyeleri, âşıkçasına gazelleri, canlı tabiat tasvirleri anlamca yeni şiirleriyle Divan edebiyatının unutulmaz şairlerindendir.

    Eserleri: Dîvân, Münâzara-i Gül ü Husrev adında henüz ele geçmemiş bir mesnevisi vardır
 


Ana sayfaya git